Bu oyun sona ermeliydi, güneş tekrardan ısıtmalıydı bu ülkeyi, kuşlar tekrardan canlanmalıydı kemiklerinden, bir beste uydurulmalıydı, konvoylar düzenlenmeliydi.

O yoktu, hiç olmamıştı. Bir düşünceden ibaretti.


Bu ülke, şu araba; gerçek bunlardı. Oda eşyasızdı, eşyalardan nefret ediyordu. Her şey birazcık sahteydi. Dün gece yattığı kadın da sahteydi, bugün içtiği su da. O yoktu, hiç olmamıştı. Saat gece yarısını geçmişti. Ülke battaniyelerin altına girmişti. Uykusu yoktu, uyuyamıyordu. Bu oda ona dar geliyordu, bu ülkeye sığamıyordu, başka ülkelere hiç gitmemişti. Farklı dil bilmiyordu, bilse bile konuşamazdı. Kültürleri kabul edemiyordu. İlk uçakla ülkeden kovulurdu, okulda da derslerden hemen kovulurdu. Öğretmenler düzeni bozanları kovalardı ve özgün birey olmak için eğitiyorlardı çocukları; ironi diye alkışladı veya alkışlamadı, düşünmedi bile. Farklı bir ülkeden söz eden yazar tanıdı, o bile ulaşamamıştı; bu ülkeye sinirlendi, masaya yumruk attı. Bardak sallandı, aynı işçiler gibi; patronun yumrukları karşısında işçiler bir iki sallanır ama yıkılmazdı. Ülkede işler böyle yürürdü, herkes yumruk yemeye müsaitti. Yumrukla çalışırdı bu ülke, geçim sıkıntısından gökyüzüne kimse bakmazdı; yalnız çocuklar görebilirdi ama hepsi değil, şanslı olanlar. Birden gökyüzüne en son ne zaman baktığını düşündü. O yoktu, hiçbir zaman olmamıştı. Gökyüzü anlamsızdı; yıldızlar, Samanyolu, göktaşı birer terimdi. Ani bir hareketle odanın kapısını açtı, kendini birden dışarıda buldu...