Odaklanmayı başarabilmek kadar neye odaklandığımız da önemli. Aynı anda pek çok sorumluluğu birden yerine getirmek zorunda olduğumuz günümüzde, odaklarımız dağıldığı gibi gerçekliğimiz ve kimliklerimiz de tehlikeye düşüyor neredeyse bu odaklanma zorluğu sebebiyle.


Çoklu beklentiler karşılıklı bir bakıma. Dünya bizden ne kadar çok şey bekliyorsa biz de dünyadan en az o kadar, hatta daha da fazlasını bekliyoruz. Sınırsız kaynaklarla çevriliymişiz ve eğer hızlı davranmazsak bunlardan mahrum kalacakmışız gibi hep koşturan, vardığımız noktanın bile farkında olamadan ya da ulaşılan hedefin keyfini çıkaramadan sonraki hedefi gözümüze kestirip tam gaz ileri atılıyor kimilerimiz. Geçmişteki insanların sebatı ile günümüz insanının tamahsızlığı arasındaki makas günden güne açılıyor. Bencil ama kendisini tanımayan; ne olduğunu, daha doğrusu ne olmadığı bilmeden, vahşice hak gördüklerine saldıran topluluklara dönüşüyoruz. Çünkü bir tek şeye gerçek bir odaklanmayla ustalaşmayı neredeyse unuttuk. Her şeyden birazcık derken, ortada bilgi çağının cahilleri olarak yerimizi aldık.


Odaklanmayı başaramadıkça anda kalmayı da beceremiyoruz. Sürekli geçmiş hesaplar ve geleceğin kaygıları ile tüketiyoruz günlerimizi. İçinde bulunduğumuz ana odaklanabilsek, akışa teslim olabilsek tüm bu kargaşa, uğultu, kaos bir anda bitecek belki de. Susmayan zihinlerimiz tüm ilişkilerimizi, dünya üzerindeki varlığımızı da tehdit ediyor. İyi odaklanamadığımız için iyi dinleyemiyoruz, karşımızdaki konuşurken aynı anda bazen elimizdeki işleri halletmeye çalışıyoruz, bazen hiçbir şey yapmadan durup dinler gibi yüzlerine baksak dahi arka plandan kim bilir neleri düşünmeye ve karşımızdakini de ihmal etmeye devam ediyoruz...


Bir sanat filminin içindeymişçesine; yavaş çekim, tek tek varlığımızı çevreleyen tüm seslere odaklanarak, çığlıklar atan zihnimizi bir müddet susturabilsek... Uçan bir kuşun kanat sesini, toprağın altındaki yuvalarına erzak taşıyan karıncaları, su damlalarını, çaydanlığın fokurtusunu, bir bebeğin saf gülüşünü duyabiliriz belki de. Ve bunları duyabilmek, kendi göğüs kafesimizin içinde çırpınan kalbimizin sesine de yaklaştırabilir bizi. Maddiyatın ağırlığından biraz olsun kurtulduğumuzda kalbimizin ve ruhumuzun sesi çalınabilir kulağımıza. Benliğimiz çıkar gelir saklandığı yerden çocukluğumuzdan beri bastırdığımız sesini duyurmaya, aslında ne istediğini anlatmaya başlayabilir bize. Artık kendimizi dinleyebildiğimiz anda, gerçek bir odaklanmanın da neye benzediğini keşfedebiliriz. Bu keşifse bizi daha da ileri bir adıma, diğerleri ile olan iletişim ve ilişkilerimizin iyileşme durumuna taşıyabilir. Kim olduğunu, bizzat kendisi olarak neyi istediğini keşfeden bireyler, etraflarındaki insanların istek ve beklentilerini daha net duymaya başlayabilir ve aynı keşif halini başkalarına da yayabilir. Sırf başkasında var diye istenen şeylerden ziyade, kendimiz olarak, derinlerimizden gelen yeteneklerimizin sonucundaki beklentilerimizle yerimizi almaya başlayabiliriz hayatta. Bu da bizi gereksiz öfke, korku, hırçınlık, kıskançlık gibi pek çok negatif duygudan uzaklaştırır. Hayatlarımıza daha fazla saygı, anlayış, iyi iletişim ve olumlu duygular çıkıp gelebilir.


Her şeyden önce kendimize odaklanmayı başarabilmek ümidiyle…