2003 yılının başlarıydı. Üniversiteyi maddi imkânsızlıklarla bitirmiş, memleketime gelmiştim. Gündüzleri yaşadığım ilçede seyyar satıcılık yapıyor, akşamları da henüz yeni sayılan KPSS'ye hazırlanmaya çalışıyordum. Sınava hazırlandığım bu bir yıl beni hem maddi hem manevi anlamda çok yormuştu. Okul hayatım boyunca çektiğim maddi zorluğa artık dayanamıyordum. Her gün kendime sözler veriyordum. Çok çalışacağım, çok para kazanacağım, en pahalı kıyafetleri giyeceğim diyordum. Bir yıl bu şekilde hırs ve arzularımla geçti. Sınav günü gelmişti. Sınavı kazanacağımdan emindim. Sınav günü kendimden emin bir tavırla sınav salonuna gittim. Salona girdiğimde hiç tanımadığım insanlara karşı hırslanıyor, kendimi motive ediyordum. Sınavım iyi geçmişti. Sınav çıkışı şehrin en büyük alışveriş merkezine gidip en pahalı kıyafet mağazalarını gezdim. İçimdeki hırs daha büyümüştü, tamamen başarıya odaklanmıştım. Her şeyin en güzeli benim olmalı, en güzel şeyleri ben yapmalıyım diyordum. Bir ay sonra sınav açıklandı. Beklediğim gibi iyi bir puan gelmişti. Doğu görevi için Doğu’da bir köy okuluna tayin edilmiştim. Göğsüm kabardı, ben yaparsam en iyisini yaparım dedim. Bir hafta kadar sonra görevim için okula gittim. Okul tek katlı, beş sınıflıydı. Meslek hayatıma başlamış olmanın verdiği mutlulukla okulun durumunu çok umursamadım. Mesleğe başladığım ilk ay, kendime verdiğim sözleri tutmalıyım diye düşünerek çok çalışıyordum. Köyün bağlı olduğu ilçeye özel ders vermeye gidiyordum. Bir süre sonra istedğim hayat standartlarını yakalamıştım. Hayatım çok güzel diye düşünüyordum. Her görüşmemizde para isteyecekler düşüncesiyle ailemle iletişimi oldukça azaltmıştım. Paramın kendime kaldığını düşünüyordum.

Meslek hayatımın üçüncü yılında şöyle bir olay geçti başımdan.

Son dersimdi, o gün özel dersim de yoktu. Gayet keyifliydim, dersi bitirdim ve sınıftan çıkmak için kapıya yöneldiğim esnada bir öğrencim seslendi ve konuşmak istedi. Sınıf kapısına doğru hızlı adımlarla giderken söz hakkı verdim. Tebessüm etti gözlerim istemsizce. Hiç umursamamıştım aslında onu, sıradan basit biriydi. Her gün karşılaştığım herhangi çocuktan sadece biriydi. O an çabucak geçsin diye söylediklerine sadece gelişigüzel cevaplar vermiştim, sıkılmıştım karşımda iştahla konuşmasından ama o hiç sıkılmadan tebessüm ediyordu. Her cümleye öğretmenim diye başlarken ben çok ilgilenmemiştim. Neden gülümsediğini ve bana neden mutlulukla baktığını merak ediyordum. 

Nihayet uzattığı konuşmasının sonuna geldiğini seziyordum. Çok şükür bitiriyor artık diye içimden geçirdim, konuşması bitince istemsizce tamam deyiverdim. 

Sonra anladım ki ailesi adına, beni akşam yemeğine köylerine davet ediyormuş. Tamam dediğime pişman olmuştum ama öğrendim ki ailesine çoktan haber vermişti. İsteksizce gideceğim diye geçti içimden. Tek umudum akşam yemeğinin bir şekilde iptal olmasıydı. Canım sıkılmıştı.

Hiç tanımadığım insanlarla konuşmam bile, bunu nasıl yapacağım diye düşündüm. Okuldan çıktım ve söylene söylene evime doğru ilerlemeye başladım. Bir süre sonra gitmem gerektiğine ikna oldum, bir günümü mecburen buna ayırmam gerekiyordu. Büyük ihtimalle gidecektim ama giderken eli boş gidemezdim. Ev halkına hediye almam gerektiğini düşündüm. Alsam bile ne alabilirdim ki? Misafir olarak davet edildiğim ev halkını tanımıyordum bile, kaç kişilik aile olduklarını bilmiyordum. Açıkçası bugüne kadar hiçbir öğrencimin ailesi, yaşantısı beni ilgilendirmemişti. Benim için önemli olan öğrencinin başarısıydı. Diğer hiçbir şey beni ilgilendirmezdi. Benim sorunum değildir düşüncesine inanırım ama şu an bu kuralımı çiğniyordum ve eli boş gitmek istemiyordum. Çarşının içinden evime doğru yürürken porselen tabak satan bir dükkânın ve bitişiğindeki kitapçının arasında durdum. 

Biraz düşündükten sonra iki hediye almaya karar verdim. Evde günlük kullanım için porselen tabak almaya ve evde kitap okuyabilirler diye roman almaya. Bu sayede sabah onu dinlememiş olmanın verdiği utançtan kurtulup kendi vicdanımı bastırmış olacaktım. Hediyeleri aldıktan sonra evime doğru yürümeye başladım.  

Çarşının içerisinden çıkmaya çalışırken köşe başından nefes nefese koşan yaşlı bir amcayla çarpıştık. İyice asabım bozulmuştu. Kaşlarımı çattım, tam adama bağıracakken adam mahcup bir şekilde “Kusura bakma evladım. Acelem vardı. göremedim.” dedi. “Önemli değil amca.” dedim. Hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladım. Sokağa girince rahatlamıştım. Sanki şehri arkada susturmuş gibi hissediyordum. Anahtarımı çıkardım. 

Kapının önüne gelince akşam köyde aç kalırsam evde ekmek olsun diye düşünerek evin altındaki bakkala girdim. İçerisi karanlık denecek kadar ışıksızdı, ekmek alıp evime çıktım. Günün yorgunluğu benden önce girmişti, eve hâkim olmuştu evin her yanına. Saat dört buçuğu geçiyordu. Dolabımdan günlük giydiğim rahat kıyafetlerimi seçtim çantamın içerisine -lise yıllarında severek okuduğum- şimdi de hediye aldığım “Kardeşimin Hikâyesi” kitabını özenle yerleştirdim diğer hediyemi de yanıma alarak zoraki bir tebessümle evden çıktım.  

Güneşin kızıl ışıklarını arabamın dikiz aynasında bırakarak ormanın içerisinde unutulan toprak bir yolda ilerledim. Bir süre sonra tarif edilen köye geldiğimde akşam ezanına az bir süre kalmıştı. Hayal meyal anımsadım konuşmanın aklımda kalan kısımlarını. Öğrencim bana “Öğretmenim köyde kime Yorgancı Kamil’in evi derseniz gösterirler.” demişti. Konuşmadan aklımda kalan kısım ile köyün girişinde arabayı sağa çektikten sonra oynayan çocuklardan birini çağırdım ve “Yorgancı Kamil’in evini arıyorum.” dedim. Çocuk şaşkın bir tavırla bana bakarak teyit ettirmek istedi. “Yorgancı Kamil’in evi mi?” diye yineledi. Çocuğa gülümseyerek “Evet.” dedim. 

Evin yerini çocuktan öğrendim ve ağır ağır ilerlemeye başladım arabayla. Çocuğun tarifi köyün çıkışına doğru getirmişti beni. Tarif ettiği yere geldiğimde ufak bir tepenin üzerinde, kerpiçten yapılmış birbirine yakın ama ayrı ayrı iki oda gördüm. Etrafa bakınırken “Öğretmenim” sesiyle yaklaşan öğrencimi görünce doğru yerde olduğumu anladım. Arabadan çantamı alıp indim, o esnada öğrencim yanıma gelerek “Hoş geldiniz öğretmenim!” dedi gülerek. Tebessüm ettim ve “Hoş bulduk.” dedim. “Buyurun öğretmenim.” diyerek yolu gösterdi. Yirmi adım kadar yürüdük, o kısa zamanda öğrencim çekingen bir tavırla hâlimi hatırımı soruyordu, birkaç dakika sonra eve doğru yaklaşırken gözüme bir kalabalık ilişti. Ev ahalisi kapının sağ ve sol tarafına dizilmiş, beni karşılamak için bekliyordu. Yanlarına vardığımızda orta boylu, eski giyimli ve sakallı bir adam “Hoş geldiniz Muallim Bey, ben Yorgancı Kâmil. Evimize şeref verdiniz.” dedi. Doğrusu böyle bir karşılama beklemiyordum. Böyle çok fazla değer görünce utanmıştım ve çok mahcup olmuştum. Utanarak “Hoş bulduk.” diyebildim sadece. İçeri geçerken beni önden davet ederek buyur etti Kâmil amca. Çatlamış kara beton olan evin tabanına doğru ilerledik, kapından içeri girdiğimde beni karşılayan odanın sağ tarafında çelik tabaklar ve tahta kaşıkların olduğunu görünce mutfak olduğunu anladım ve sol tarafa doğru döndüğümde odanın geri kalanın bir halı boyu kadar olduğunu fark ettim. 

  

Tereddüt ile ilerlerken Kâmil amca, “Hocam üst tarafa buyurun.” diyerek zorla üst tarafa oturttu. Kâmil Amca’ya ısrar ederek zorla yanıma oturttum. Evlerini ziyaret ettiğim için bana minnet dolu bakışlar ile bakıyorlar ve ağzımdan çıkacak cümleleri bekliyorlardı. Boş bulunarak Kâmil amcaya “Eşiniz burada mı?” diye sordum. 

Kâmil amcanın gözleri buğulandı, sis çöktü gözlerine kederini gizlemek için. 

Kısık ve titrek bir sesle “Sizlere ömür Muallim Bey.” dedi. 

Boğazım düğümlendi. Gözlerim yılların birikintisini akıtmak için sıkıştırıyordu beni. Bir an on yaşlarında kız çocuğunun “Buyurun öğretmenim.” diyen sesiyle toparlandım. Elindeki çayı fark ettim ve teşekkür ederek aldım. Çayı yudumlarken çocukları süzdüm. 

Çaydan sonra Kâmil amca, “Hocam buyurun biraz hava alalım.” diye dışarıya davet etti. Tebessüm ederek ayağa kalktım. Kapıya doğru yönelirken Kâmil amcaya yol verdim. O önde ben arkada kapıdan çıktık. Kapıdan çıkınca iğne delikleri dolu parmaklarını ceketinin cebine götürüp cebinden çıkardığı tabakasından bir sigara sardı. Hocam “Fark ettim içeride soramadın sana burada anlatmak için çıkmak istedim.” dedi. Dinliyorum, diyebildim. 

“Hocam bundan dört yıl önce kaybettim Hatice'mi.” dedi. “O kadar iyi yürekliydi, o kadar temizdi ki köyde kime sorarsan sor biri kötü demezdi Hatice’me. Herkese muhakkak bir iyiliği dokunmuştur.” dedi. Dinlemekle yetindim, tepkilerim kilitlenmişti. Ne diyeceğimi, nasıl tepki vermem gerektiğini bilemiyordum. Kâmil amca devam etti.

“Bir gün yorganları yükledim ve satmak için ilçeye gittim, Hatice’m o gün evden çıkarken ilk defa bana ‘Kamil’im’ dedi yalan yok, çok hoş oldu içim. İlçeye nasıl gittim, inan bilmiyorum. Haticem’in bana dediği kelime içimi o kadar doldurmuştu ki satışlarımı nasıl bitirdim, bilmiyorum. Hatice’m çok istiyordu evin odaları iç içe olsun, sıcak olsun odaları. Dönerken kazandığım paranın bir kısmıyla çimento ve kireç aldım, yapmaya karar verdim. Eve geldiğimde kapıyı açık gördüm. Önce dedim ki Hatice’m evi havalandırıyor galiba. Sonra duydum ki Hatice’m sobayı doldururken dengesini kaybetmiş, kafasını kapıya vurmuş. Hastaneye götürmüşler, koşa koşa ilçeye hastaneye geldim, kalbim yanmış gibi hissettim. Kötü olduğunu hastaneye geldiğimde anladım ki Hatice’m ölmüş. Ben toprağın altına Hatice’mi koymadım hocam, kalbimi koydum. Sevdalar ölmez ama kalp ölür. O gün Hatice’m değil kalbim öldü. Dişlerim kilitlenmişti, gözyaşlarım artık bana sormuyor, akıyordu. Sarıldım Kâmil amcaya, omuzlarıma akan gözyaşlarını hissettim. Sonra kol kola içeri girdik, çocuklar sofrayı hazırlamış bizi bekliyorlardı. Kâmil amcanın dizinin dibine oturdum ve çantamı açtım. Yemeye başlamadan size aldığım hediyeleri vermek istiyorum diyerek lise çağındaki kızına kitabı ve porselenleri verdim. Gözleri parladı, ilk defa hediye alıyormuş ve kitap olunca çok mutlu olmuş. Sofrada abi kardeş gibi şakalaşarak konuşarak yemeklerimizi yedik, aç kalırım düşüncesi ile gittiğim evden sanki kendi ailemin evindeymişim gibi mutlu ve tok ayrıldım. Ayrılırken Kâmil amca, “Oğlum bizim buralar soğuk olur, gece üşürsün.” diyerek benim için ördüğü yorganı koydu arabanın bagajına. O gün anlamıştım bu mesleği yapacaksam öğrencilere öğretmen değil abi olmam gerektiğini. O gün anlamıştım öğrencilerden istediğim gereçleri iki kere düşünmem gerektiğini. İnsanların bana gösterdikleri saygıya, sevgiye, sahiplenmeye karşı benim isteklerimi en aza indirmem gerektiğini. Meslek hayatımda aldığım bu ders bana hayatımın her yerinde yaşam felsefesi olmalı demiştim o köyden ayrılırken. 

  

Yukarıda yazdığım hikâye tamamen kurmacadır. Amacım bazı konulara değinmektir. Yanlış anlaşılmak istemem tüm bölümlerdeki bütün öğretmenlerimize ve benim gibi öğretmen adaylarıma  saygılarımı sunuyorum. Böyle bir kurmaca metin yazmamdaki amaç benim gibi öğretmenlik okuyan bazı arkadaşlarımın bakış açısını güncellemek ve ileride yapmaya hazırlandığımız mesleğin ne olduğunu anlatmak ve hatırlatmaktır. Saygılarımla.