Toplumla arasında derdi olanların yazarı Oğuz Atay, kendi gibi yalnızlaşmış ruhu bin pare parçalanmış, iç hesaplaşmalarının ardı arkasını bitiremeyen karakterler yaratmıştır eserlerinde ve bu iç hesaplaşmaların sonu hep bir yenilgi ile neticelenmiştir. Burada hakkında bildiklerimi söylemeye çalışacağım Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet'i gibi, Atay’ın karakterleri İsa gibi Hamlet gibi Raskolinkov gibi belki sizler bizler gibi mevcut düzendeki yozluklara karşı gelmek istemiş fakat naif, kültürel bir sıkışma içinde kalarak saf ve cahillikle yürüdükleri yolda Don Kişot gibi yenilmeye mahkum kalmışlardır. 


Tehlikeli Oyunlar, Tutunamayanlar’dan sonra gelen Oğuz Atay’ın ikinci romanıdır ve bu kitapta da bir nevi tutunamayan karakterler bulunduğundan, ilk romanın devamı niteliğinde Hikmet’in hayatının anlatıldığı üst kurmaca bir romandır diyebiliriz. Eğer hiç Oğuz Atay okumadıysanız, Tehlikeli Oyunlar bir serinin devam kitabı, bu yüzden ilk olarak okunamaz, yanılgısına düşmeyin, öyle bir sıralama yok. İstediğiniz gibi okuyabilirsiniz, Oğuzcuğum Atay edebi tarzını koruyarak yazıyor kitaplarını sadece. Döneminde anlaşılamamış, bugün de belki yeterince anlaşılamayan Oğuz Atay kitaplarını bir tık daha iyi anlayabilmek için yazarın hayatına bakmak gerekir ama ne zaman doğmuş, nerede yaşamış, ne yapmış bilgilerini paylaşmayacağım burada. Tüm yaşantısını karakterleri üzerinden kitaplarına yansıtmış bir yazar kendisi. Ben burada okuduğum, araştırdığım, anladığım kadarını kelimelere dökmeye çalışacağım çekinerek. Oğuz Atay’ı anlayabilmek için bilmemiz gereken birkaç temel öge var.

1- İroni ve bu adam birbirinden ayrı düşünülemez, düşünülmesi teklif bile edilemez. 2- Varoluş sorunları ve ruhsal sorgulamalar eserlerin dinamiğini oluşturan temalar. 3- Birey-toplum çatışmasında bireyi anlatır.

4- Eserlerini avangardist tarzda verir ve bilinç akışı tekniği kullanır.

Tehlikeli Oyunlar’a geçmeden 4. maddeyi kısaca açıklayayım bilmeyenler varsa. Bilinç akışı tekniği, adından da anlaşıldığı üzere bilinçteki her şeyi esere yansıtmak demek en temelinde, bu da karakterlerin iç monologlarına konuyla ilişkili ilişkisiz olsun dahil olmak demek. Karakterin karmaşık bilincini okuduğumuz için hangi zamandayız, hangi konudayız, hangi yerdeyiz, gerçekte miyiz kurguda mıyız sorularına cevap vermek zordur, bu sebeple de okuması ve yazması kolay olmayan bir tekniktir. Virginia Woolf, Faulkner, Joyce gibi yazarlar hatta yerli edebiyatımızda Orhan Pamuk, Yusuf Atılgan bu tekniği kullanan yazarlara örnektir.  Avangardist romana gelirsek bu eserlerde üst kurmaca, metinlerarasılık, somut ve soyut arasındaki belirsizlikler, çatışmalar ve anlatılanların sonunda huzura kavuşamama, bireyselliğin önde oluşu yer alır. Tehlikeli Oyunlar’da bunlar nasıl yer alır? Romanda Hikmet’in Albay ile yazdığı oyunlar, zaten kurmaca olan bir romanın içinde yeni bir kurmaca oluşturulması ile üst kurmacaya örnektir. Oğuz Atay’ın eserde yaptığı diğer edebi eserlere göndermeler ise metinlerarasılıklara örnek. Örneğin, Albay ve Hikmet’in çatışmaları Hacivat-Karagöz gibi diyebiliriz belki. Dostoyevski, Yeraltından Notlar kitabında benim yarına çıkmam için yazmam lazım der, Hikmet de sosyal çevresine yabancılaşmış olduğundan yaşadığını fark etmek için oyunlarını yazabileceği gecekonduya taşınır. Hikmet münasebetsiz böcek dediğinde Kafka’ya bir gönderme vardır, The Last Supper’a bir gönderme vardır romanın sonunda vs.


Şimdi gelelim Tehlikeli Oyunlar’a. ‘’Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan, bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor.’’  gibi satırlar ile mest etmiştir beni kendileri ve ne yazık ki Hikmet’in iç çatışmalarıyla kendi iç çatışmalarım arasında boğulduğum bir kitap olmuştur.  Hikmet Benol, soyadındaki göndermeyi görüyoruz herhalde, eşinden boşandıktan sonra geçmişi ile verdiği savaşta galip gelebilmek, istediği oyunları yazabilmek için gecekonduya taşınıyor. Rus edebiyatındaki gereksiz insan tiplemesi gibi olduğunu söyleyebiliriz aslında Hikmet’e çünkü o da burjuvadan kaçmış ruhsal bir yorgundur. Bu yorgunluğunu atmak için yazmaya başladığı oyunlar onu roman boyunca bir çıkışa değil daha büyük karanlıklara iter çünkü geçmişini değiştiremediği gerçeği bunalımlarını derinleştirir. Bu gecekonduda Nurhayat Hanım ile tanışır, onun için oğluna mektuplar yazar. Postmodernist eserde karakterler hep yazma işlemi ile meşguldürler. Emekli albay ile tanışır ve fikir ayrılıkları olmasına rağmen dostluk kurarlar ki zaten Hikmet’in olayı bu, fikir birliği yaşayamamak ve kendini yalnızlıktan kurtaramamak. Sevgi’den boşanmasının ardından Bilge ile sevgili oluyor, eski eşi ile yaşadıklarını unutamamasına rağmen Bilge’yi seviyordur Hikmet. Hikmet asla mutlu değildir, hiçbir zaman huzurlu değildir çünkü ya geçmişteki hesaplaşmalarını bitiremiyordur ya da nasıl yaşanacağını bilmiyordur. Mutlu olmak için belli kalıplardaki eylemleri denemiştir ama mutluluğun kendinden geçtiğini bilemediğinden başarılı olamamıştır. Roman ilerledikçe Hikmet kendini parçalara böler, bir nevi yaşadığı karakter bölünmesini somutlaştırır fakat Hikmet’lerin her biri Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ındaki Ömer’i gibi gerçeklerden firar etmek isteyen, Oblomov gibi düşünmekten eyleme geçemeyen, kafkaesk bir haldedirler ve iç dünyasıyla reel dünya arasında bir denge sağlayamayan Hikmet'ler romanın sonunda intihar eder. Babalar ve Oğullar’daki Bazarov gibi toplumun geleceğinde yer alamayacağını bilir ve sahneden çekilir Hikmet.  Shakespeare’ın şu satırları bu ölümün üzerine söylenecek en güzel sözler olur burada, ‘’Dünya bir sahnedir… ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu… girerler ve çıkarlar… bir kişi birden çok rolü oynar…’’ Ama tabii aslında bence Hikmet’in gerçekten ölüp ölmediğini bilemeyiz tıpkı tüm bu karakterler ve yaşananların gerçekliğinden emin olamadığımız gibi, Oğuz Atay hep bir muamma bırakıyor çünkü romanın içerisinde.


Peki Oğuz Atay bu eseri neden yazdı? İlk olarak başta da söylediğim gibi yazarın hayatına baktığımızda kitabın bir nevi otobiyografi olduğunu söyleyebiliriz. Sonrasında bu kitabı da tutunamayanlar için yazdığını düşünüyorum, tutunabilenlerden hoşlanmıyor Oğuz Atay galiba... Mesela, kitabın sonundaki son akşam yemeğinde Hikmet herkesi çağırır ama Bilge yoktur o masada çünkü Bilge bir tutunabilendir ve tutunabilenlere yer yoktur bizim masamızda. O zaman tutunamamak bir erdem midir, kusur mudur? Buna siz cevap verin, ben bilmiyorum. Öte yandan da kültür karmaşasındaki bir ülkenin aydınlarını anlatmak ister Oğuz Atay. Yakup Kadri, döneminde köylülerle aydınlar arasındaki uçurumdan aydınları sorumlu tutardı, Atay da bu hesaplaşmayı devam ettirir eserinde. Kendi haline bırakılmış taşradan kurtulamaz Oğuzcuğum Atay’ın karakteri Hikmet. Orhan Pamuk şöyle söylüyor bu konu hakkında: ‘’Doğrudan bir Batı karşıtlığı ya da Avrupa düşüncesine düşmanlıktan çok, Avrupa’dan gelen düşüncenin kendi ülkesinde kullanış şekline isyandır bu.’’ Birer taklit miyiz, biz kimiz, bizi biz yapanlar neler, doğu mu batı mıyız, ak mı kara mıyız... bunları ironileriyle beraber sorgulatıyor bizlere Oğuz Atay. ‘’Her sabah uyanınca biraz isteksiz de olsak hepimiz sahnenin bir yerinde bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız’’ der Hikmet, yani  sadece –mış gibi olabildiğimizi söylüyor sanki yazar. Bugün kendimize baktığımızda Oğuz Atay’ın kaleminden çıkmış karakterler olduğumuzu düşünmemek neredeyse çok zor, öyle değil mi?