İki bin yıllık kalıntılara ev sahipliği yapıyor burası. İki yüksek tepenin arasındaki vadiye kurulmuş bir şehir… Zamana meydan okur gibi günümüze kadar gelmiş son kalıntılar koruma altında olduğu için, biz insanların zarar vermemesi için akşam saat sekizden sonra o tarafa geçmek, yani sahile inmek yasaklanıyordu. Ama özellikle o sahilde olup güneşi batarken izlemek, güneş battıktan sonra gökyüzünü görebilmek için yasalara uymamayı cazip hale getiriyordu. Otellerin ve eğlence mekanlarının bulunduğu iç kesimle, tarihi kalıntılar ve sahilin olduğu yer arasındaki dar patikanın ortasında bir kontrol noktası vardı ve yirmi dört saat nöbet tutan görevliler. Kimsenin geçmesine izin vermiyorlardı.

 

Hava kararmak üzereydi, baş başa yemek yediğimiz mekandan çıkarken elini tutup ‘’Bana güveniyor musun?’’ diye sorduğumda. Bunu neden sorduğumu anlamasan da, ‘’Evet…’’ dedin. Elini elimden bırakmadan, adeta peşimden sürükler gibi seni o kontrol noktasına götürdüm. Hala anlayamıyordun ne yaptığımı. Kontrol noktasının olduğu o dar patika yola girdiğimizde, sık ağaçlarla kaplı tepeye doğru yöneldik. Tırmanmak zordu. Yükseğe çıktıkça daha sıkı tutuyordun elimi kayıp düşmemek için. Daha sıkı tutuyordum elini, bırakıp gitmemen için…

 

Ağaçların arasında ilerledikçe gökyüzünü göremez olmuştuk, ne ay ışığı ne yıldızlar, zifiri karanlık. O an korktuğunu hissedince, ‘’Bana güveniyor musun?’’ diye yeniden sordum. ‘’Evet’’ dedin ‘’Güveniyorum.’’ Kontrol noktası aşağımızda kalmıştı, biraz daha ilerledikten sonra tırmanmayı bırakıp aşağı inmeye başladık. Sonunda, ağaçların arasından çıktığımızda gördüğün manzara karşısında donup kalmıştın. Simsiyah bir denizin üzerine yanan mumlar bırakılmış gibi ışıl ışıl ve bir dolunayın yansıması tüm sahili aydınlatan… O an elimi bıraktın, gördüğün manzarayı anlatabilecek tek bir kelime bile yoktu, konuşamadın…. Ben çocukluğunu hatırlayıp, yaramazlık yapmayı özlemiş haylaz bir çocuk gibi elini bırakınca koşarak kendimi karanlık denize attım…. Öyle şaşkındın ki o an, hem manzaranın güzelliği, hem benim yaptığım çılgınlık gibi geldi sana. Donakaldın. Bir yanın benim yaptığım gibi kendini denize atmak istiyordu, diğer yanın korkuyor, geri dönmek istiyordu. Ne kadar korksan da ilk aklına geleni yapıp yanıma geldin, yani koşarak denize bıraktın kendini….

 

Tuzlu suyu dudaklarından hissettin o an ve saçların, ıslak saçların tenine yapışıyordu. Yanıma geldiğinde tenindeki saçlarını tutup sırtına doğru bıraktım. Hem korkuyor hem ürperiyor aynı zamanda heyecanlanıyordun o an, simsiyah bir denizin ortasında kollarımdayken. Sımsıkı sarılıyordun, öyle ki nefesim kesildi bir an. ‘’Sakin ol….’’ Diyebildim sadece. Nihayet sakinleştiğinde seni tutup sırt üstü çevirdim. Gökyüzüyle göz göze geldiğin o an büyülenmiştin. Milyon tane yıldız sanki o an sen görebilesin diye hazır bekliyormuş gibiydi. Kimse yoktu bizden başka, kimse göremedi o an bu güzelliği, ikimizden başka….

 

Sen suyun üzerinde öyle uzanmış dururken usulca öptüm tuzlu dudaklarından. Öperken kapattın gözlerini, yine de görebiliyordun her bir yıldızı. Bir farkı kalmamıştı gözlerini açmak ve kapatmanın…. Suyun üzerinde, kollarımın arasında süzülen bir kuğu gibiydin, güzel boynunu öperken. Şimdi dokun öptüğüm yere ve nefesimi hisset… Şu an oradayım…