Tanrıların yarattığı kainat aramızdan bazılarına dar geldi. Tam çizgilerden taşmaya gelirlerken kim vurduya gittiler. Ölü arkadaşlardır bahsettiklerim, yalnızca hayaletleri kaldı. Bu kainatta azaldıkça azaldılar ve artık onların hayaletlerini bile rahat bırakmıyor insan soyu. Bir ölünce bin dirilmek yalanmış, ateşböcekleri boşuna aydınlatmış gökyüzünü. Şimdi yeryüzünde beyhude dikleniş, yeraltı ganimetine hoyratça…


Nedendir bilmem, herkes memnun halinden, herkes huzursuz. Bu ikilemden sağ kurtulan olmadı hiç. Duyguların saf deneyimlenemeyişinden mi mustaribiz? Sevgiyi, nefreti, acıyı, sevinci, hüznü, samimiyeti… hiçbirini gün yüzüyle saf bir halde tadamadık ve bu eksikliği onları tanımlamakla giderebileceğimizi sandık — tanımlanamayan ne çok duygu. Elimize yüzümüze bulaştırdık.


Artık ne anlattığımızı bile bilmeden anlatıyoruz bir şeyler, durduramıyoruz kendimizi, yeter ki dil konuşsun, yeter ki görülmesin hezeyanımız. Bu kaçış nereye varacak? Aklımızda fırtınalar varken, bir gün kara görünür umuduyla farklı yollara sapmaktan başka elimizden gelen bir şey yok mu ölü arkadaşları dengesinden eden, delirten ikileme karşı? İstedik, istediklerimiz oldu ve mutsuz olduk, istemediklerimiz oldu ve yine mutsuz olduk. Keşke hep aynı kalsaydık da en azından dünyanın merkezinde acı olduğu fikrinde birleşebilseydik. O da olmadı. Olur olmaz ortaya çıkan bir yaşam coşkusu, var olma sevinci başımızı döndürdü. Sevinçle atladık uçurumlardan, keyiflendik yeryüzüne mıhlanınca. Felaket bekliyor henüz zıvanadan çıkmayanları.