İlk önce gözlerini çizdi. Hep öyle yapardı zaten. İri ve yeşil gözler. Bu seferki oldukça genç, diye düşündü. Göz altlarındaki morluklar onun hastalık nedeniyle öldüğünü söylüyordu sanki. Ama o bunları umursamıyordu. Sadece ölüyü çiziyordu. En iyi şekilde çizmek için morlukları, çizikleri, hasar görmüş yerleri çizmiyordu. Bir ölü en güzel haliyle hatırlanmalıydı. Burnundan gelen kanları silmişler ama hâlâ ufak da olsa kanama devam ediyordu. Elmacık kemiğinin üstündeki üç tane ben, birbiri ile uyum içinde duruyordu. Ağlama seslerine artık alışmıştı. O artık her şeye alışmıştı. Kendini böyle tanıtıyordu. Onun yaptığı iş; mezarcı işini yerine getirmeden önce, ölen kişinin resmini çizmekti. Buna iş demek yersiz olurdu, onun için bir tutkuydu. Heykeltıraş marifetiyle kendi sanatını icra ediyordu. Yeniden bir eser meydana getirmiyordu; yaratılmış olanı sanatına yansıtıp o kişiyi ölümsüzleştiriyordu.


İlk çizdiği kişi babasıydı. O günü düşünmediği tek bir an bile yoktu. Yağmurla ıslanmış sokağın başında çarpılmış bir kişi; her resimde gördüğü iri ve yeşil gözler… Ağlayarak çizmişti babasını. Portrenin üstüne defalarca akıttığı gözyaşları resmi bitirmesine engel olmamıştı. Babasını neden çizdiğini ilk zamanlar anlamamıştı. Sadece onu her zaman hatırlamak istiyordu. Başka insanları çizmeye başlayınca, hepsinin portresinde babasından bir iz bırakmak istemişti. Bütün portrelerin gözleri onu hatırlatıyordu. Bir insan ne kadar silinse de gözler kalıcılığını koruyordu. Babalar ölümsüzlüğü hak ediyor, diye düşündü.


Yeni bir alışkanlık olarak, çizdiği insanın o akşam mezarına gidip onunla konuşuyordu. Yakınlık kurmak istiyordu. O kişi de bir zamanlar ağlıyor ve arkadaşları ile beraber gülüyordu. Başka birine anlatsa bu sırrını, ona deli demeleri kaçınılmazdı.


Portresini yaptığı son insanı da her zaman olduğu gibi, yine gömüyorlardı. Toprağı her attıklarında mezardan gelen ses onu uzaklara götürmüştü. Babasını gömüyorlardı. Küçükken beraber gezdikleri, şefkat ile başını okşadığı babasını gömüyorlardı. Sustu. En iyi yaptığı işi son derece titizlikle yaparak susmayı sürdürdü. Her gömülme merasiminde o günü hatırlıyordu. Bu cenazelere katılmasının tek sebebi kendini daha rahat hissetmesiydi.


Hava kararınca mezara gitti. Yanına sessizce oturdu. İsimlerini önemsemiyordu. Her çizdiği insan onunla yakın arkadaştı. Buna inanmak istiyordu. Mezar taşında isminin altında sadece ölüm tarihi yazmak burada adettendi. Gülümsedi. Hepsinin babası ile aynı kaderi paylaşması, onlara kendini yakın hissetmesine neden oluyordu. Kendi de bir gün aynı kaderi paylaşacaktı.


Bugün senin resmini çizdim, diye fısıldadı. Tek ses yoktu. Kuşlar gökyüzünde son çırpınışlarını yapıyorlardı. Mezardan bir ses gelmesini bekledi. Her zaman beklerdi. Ses gelmeyince suskunluğunu bozdu.

''Bana insanlar neden ölülerin portresini yaptığımı soruyorlar. Doğruyu söylemek gerekirse bilmiyorum. Babam yüzünden olabilir. Yaşayan insanlar hiçbir zaman seni dinlemezler. O yüzden sizin yanınıza geliyorum. Doya doya kendimi anlatabileyim diye. Siz de insansınız ama siz öldünüz. Babam da öldü. O benim korkacağım bir şeyi kendi yapmaz. O yüzden ölümün iyi bir şey olduğunu biliyorum.''


Güldü. Toprağın üstüne boylu boyunca uzandı. Henüz on yedisindeydi. Ülkenin en temiz kalbini taşıdığını düşünüyordu. Yeni Jeanne d'Arc olabilirdi. İnsanları, dünyanın barış içinde yaşamak için yeterince büyük olduğuna ikna edebilirdi.


Bir gül bıraktı.

Bir insanı daha çizerek onu ölümsüz yaptı.

Biliyordu. İnsanların bu kadar kolay yaşamaları içini acıtıyordu. Kendini onlardan farklı hissediyordu. O bir mezar sanatçısıydı.


Babası ona bir ara umut treninden bahsetmişti. Nuh'un gemisi gibi bütün temiz insanları kurtaracak olan vasıta. Kendi umudunu her zaman diri tutmuştu. Bir insana verilecek en iyi öğüt; ölüm, diye düşündü. Yaşayanların ölenlerden tek farkı, henüz en büyük öğüdü almış olmamaları.


Çizdiği insanı tanıma fırsatı bulduğunu her seferinde dile getiriyordu. Babasını bile en iyi o vakit tanımıştı. Gözlerine hiç o kadar yakından bakmamıştı. Gördüğü yeşilin tonuna ''umut yeşili'' ismi koymuştu. Kaşları ise son derece hoş bir beste sunuyordu sanki. Kirpikleri, gözleri ile uyum içinde seğiriyordu.


Düşüncelerin içinden çıkamıyordu. Çizdiği her insan beyninin uç köşelerini işgal etmişti. Mezarlıktan çıktı. Eve doğru hızlıca yürümeye başladı. İkisi arası, yürüme ile bile yorulmadan gidilebilecek mesafedeydi.


Herkesi ölümsüz yapıyordu portrelerini yaparak. Kendisinin bu nimetten mahrum kalması beklenemezdi.


İnsanlar sokak aralarında evlerine doğru hareket ediyordu. Hepsi kendi halinde, diye iç geçirdi. Köpekler önünden koşarak uzaklaştı. O hâlâ evine doğru yürüyordu. Her soluk alışında nefesi duman olarak karşısına dikiliyordu. Beyni aynı dumanlar ile doluydu. Eve geldiğinde alt kata indi.

''Babamın atölyesinde bir ayna olmalı.'' Kendine bir tabure bulup aynanın karşısına geçti. Portre için her şey elinin altındaydı. Babası gidince burası ona kalmıştı. Duvarlar boydan boya insan portreleri ile doluydu. Aynanın üstünde babası vardı. Ona bakıyordu. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı beklemeden. Başkasını çizerken hiç zorlanmıyordu. Kendi öyle olmayacaktı.


İlk önce gözlerinden başladı. İri ve yeşil gözler. Umut yeşili, diye söylendi. Kendine hiç bu kadar yakından bakmamıştı. Herkes kendi portresini çizse savaşlar bu kadar uzun sürmez, diye düşündü. Kendini tanıyordu. Kendisinin de o basit yaşayan insanlardan olduğunu anlıyordu. Yaşlar çenesine kadar ilerlemişti. Nasıl ki sel önüne katan her şeyi götürür, gözyaşı aklındaki dumanları dağıtıyordu. Ölümsüz olmak isterken kendini tanımıştı. İnsanlığın acizliğine defalarca şahit olmasına rağmen şimdi bu acı gerçek ile yüzleşiyordu.


Kendini her zaman diğer insanlardan üstün saymıştı. Diğerlerinin bilmediği bir şeyi biliyordu. Ölüleri çizerken kendini de her zaman ölü saymıştı. Şimdi bunun boş kuruntular olduğunu anlıyordu. Elleri titremeye başladı. İlk defa nefes alan, kalbi hâlâ sevgi için çarpan birini çiziyordu. Düşünceleri diri olan birini çizmek, onun acısına acı katıyordu. Şimdi odadaki bütün portrelerin kendine baktığını fark etti. Hepsinin iğneleyici bakışları üstüne çullanırken; ölü bakışlar, diye söylendi. Kendi yarattığı ütopya tek hamlede yerle bir oldu.

''İnsan ilk başta kendini tanımalı.''


Kendini insanların kurtarıcısı olarak görmüştü. Bildiği bütün tabular yıkılıyordu.

Gözyaşlarını silmedi, onları da çizdi. Ahmak tavırla insanları çizerken kendini tanrısal hissediyordu. Şimdi aciz bir çocuktu. Baba şefkatine muhtaç küçük kız… İnsanın kendisiyle bile çekişme içinde olduğu bir ortamda savaşlarının kaçınılmaz olduğunu anlıyordu. Yıkılmak kelimesini bütün şiddeti ile üstüne almıştı. Çizdiği insanlar sadece ölmüştü. Şimdi kendi, ölmeden önce ölüyordu. Ölümsüzlük, yaşayan biri için fazla lüks olmalıydı.


Devam etmek için zorladı. Kendini bu kadar tanımak vücuduna ağır geliyordu. Kalbi, kafeste çırpınan kuş misali uçmaya niyetlendi.

''İnsan kendi çıkmazından kurtulamadı.''


Belki bu tablo ileride yüklü bir miktara satılacaktı. Belki de bu tablo, insanlığa ibret olarak kıyamete kadar hüküm sürecekti.