Hayatının sonunda yaşlı bir adamın arkasında bıraktığı tek mülkü, mektubuydu. Kısa sürede öğrendiğime göre, bu adam, çok konuşkan ama aynı zamanda içine kapanık, zeki fakat aptalca sözler de eden, çözülmesi zor olan bir adammış. Ama bu çelişkiler ona hiçbir gizem katmıyor, aksine son derece sıradan, hatta önemsiz biri olarak gözüküyormuş. Yine de iyi bir insan olduğu, saf gözükse bile arkasında "kendince akıllı bir insan"ın yattığı kabul görüyormuş.

Böyle sıradan ve değersiz gözüken bu adamın mektubunu elbette kimse okumadı, ben ise hiç tanımıyorum. Tamamen tesadüf üzerine elime geçti. Ve ne zaman elime aldığımın, ceketimin cebine attığımın farkında bile değildim. Hatta bu mektubun ne olduğunu anımsamama rağmen çöpe atacaktım.

Bazı şeylerin ne kadar değerli veya mühim olabileceğini okumadan bilemiyoruz. Ama okumak için merak gerekir, bunun için de doğru soruları sormak. Ben de bu değersiz adamın (oysaki ne kadar da değerliydi, kim bilir) mektubunu atmadan önce aklıma şu soru takıldı: "Ölecek bir insan ardında bıraktığı kişilere neyi anlatmak ve neden bir şeyler anlatmak zorunluluğu hissetmiş olabilir?" Soruyu devam ettirdim, "Ölmüş bir insan, yaşayanlara gerçekten bir çözüm, fikir verebilir mi? Bizlere hangi dertten bahsedebilir ki ölüler? Ölecek bir insan hâlâ dünyayı ve onun her şeyi bildiğini zanneden insanlarını önemseyebilir mi? Gerçekten de ölü bir adam bize ne diyebilir?"

Hayatımda soruların ne derece mühim olduğunu hep bilmişimdir. Ama doğru bir sorunun hayata eşdeğer önemde olduğunu o zaman (yani mektubu okuyunca) yeni öğrenmiştim. Lakin ben şu anlık bir yaşamı değil, ölüyü anlatmak istiyorum. Çünkü bu mektupta, maddi olmasa bile, manevi olarak ölümü tecrübe etmiş gibi oluyorum -son zamanlarda bunu çok yapmaya başladım-. Sohbeti severim, ama artık bu sözleri geciktirmek istemiyorum. Ve sizi benimle değil, mektup (mektup denirse) ile baş başa bırakmak istiyorum. Mektubun başlığının son derece ironi olduğunu belirtmeliyim.



Geleceğime...


Yazmaya bile korktuğum şeyleri gerçek kılmaya yemin ettim bugün.

Yaşadığım süre boyunca hep şüphe ettim. Kendimi hiçbir şeye layık görmedim -nasıl yapar ki insan bunu? Bu yüzden benden tavsiye istendiği nadir zamanlarda bile elim ayağıma dolaşmıştır. Ama bugün, herkes için aynı, sıradan, önemsiz bir gün olsa bile, en azından benim için farklı bir gün. Bu yüzden sanıyorum ve düşünüyorum ki, mademki herkesin çok isteyip -hatta Tanrı'sına isyan ettirecek kadar- ama cesaret edemediği şeyi yapıyorum; o zaman belki bir şeyler söylemeye hakkım olabilir. Hey Tanrım, şimdi mi yüreklenecektim!


Ben ölüyorum, hastayım, ama bundan değil. Beni öldüren, her defasında kendisinden uzaklaşmak istediğim ama yine de onu daha, daha çok istediğim yalnızlık. Etrafımda insanlar var, olmasa da olurdu, sorun bu değil. Kendimle ne zaman baş başa kalsam yalnız hissediyorum. Sorular beni öldürüyor. Her defasında daha hazin bir son olsa da, yine dönüyorum o felsefeye. Felsefe Shakespeare'in dediği gibi çelik gövde falan değildir, o ruhsal bir uyuşturucudur. Seni öldürmez, ama güçlü de kılmaz. Her defasında daha da bağımlı kılar seni kendisine. Şeytanla anlaşma yapmak gibidir bu. Senin dilediğin o aklı, anlamayı hediye eder, ama çok şeyi geri alır senden. Ne kadar senden alınanları özlesen bile bırakamazsın elindekileri. Çünkü dediğim gibi, felsefe ruhsal uyuşturucudur. Şeytan'ın Tesellisi diyorum çoğu zaman buna, her defasında Adem'i reddedip yine kovuluyorum bu cennetten. Ama bugün kendimi öldüreceğime göre (nasıl öleceğimi bile bilmiyorum) artık Tanrı'yı da reddediyorum. Bunlar beni bugün, sanki varlığım mühimmiş gibi hissettirmeyecek. Ama gitmeden iki çift laf ettirebilir.


Hayatım boyunca öyle korktum ki, nasıl da çekindim her şeyden, her şeyden utandım. Birinin gözlerine bakmaya, öfkelendiğim bir pisliğe gerilerek bir yumruk atmaya, benden yardım dileyeni reddetmeye... Çoğu zaman iyilik yapmaya bile cesaret edemedim. Dedim ki, iyilik yaparım veya alınırsa? Ya merhamet, merhamet ettiğimi hissederlerse? Çünkü biliyorum ki, merhamet etmek için o kişinin buna muhtaç olduğunu düşünmek gerekir. Ondan üstün olduğunu zannetmektir bu! Kim bunu düşünebilir? Nasıl olur da bir insan diğerlerinden daha mühim olduğunu hissedebilir? Nereden alırsınız ki bunu? Hiç, hiç anlayamadım ben.


İyi biri değildim, kesinlikle değildim. Sadece çekindim, korktum; cesaret edemedim.

Bu acı verdi bana. İyiliğin yürekten gelmesi gerekir, ben ise sadece korktum diye böyleyim. Demek ki biraz yürekli olsaydım, belki de kötü bir adam olacaktım. Tek bir gün, insanı sonsuza dek kötü kılmaya yeter. Biliyorum, basit bir insanım, sadece basit insanlar birkaç sorun için yıllarını heba eder ve dönüp dolaşıp aynı sorunların üzerinde durur.


Ama biliyor musunuz, bence herkes zaman zaman alçaktır. Böyle olmasaydı kimse daha iyisi olduğunu kanıtlamaya çalışmaz veya öyle biriymiş gibi göstermezdi. Aklımız bize nasıl daha tepeye, demez, nasıl daha iyiye, derdi. Ruhumuz başka bir dünyaya özlem duymaz, yükselmez, burada kalırdı. Oysa neden böyle olmak zorundaydı? Ruh neden başka bir cennet istesin? Bu dünya aslında bir cennet, ama ben bir farkla, sizin yapamadığınızı yaparak alçak olduğumu kabul ediyorum. Ve sırf bu yüzden bu dünyanın cennet olduğunu görüyorum. Evet bugün burayı terk edeceğim, bu yüzden bir merhamet hakkı tanıyorum kendime! Size anlatmak istiyorum hakikati!


Biliyor ve görüyorum. Ne yazdığım belli değil, ne anlatmaya çabaladığım da. Konudan konuya atlıyorum sürekli. Ama şunu bilmeniz gerekir, yalnız hisseden bir insanın ruhu da böyle sarsıntılıdır. Her neyse, siz bunu okuduğunuzda ben ölmüş olacağım. Ölmekten biraz korkuyorum, yaşamaya katlanamadığım kadar. Çünkü anlamıyorum, anlamıyorum! Nedir bu insanların derdi? Hiçbirinin hızına yetişilmiyor. Kendimi bir yabancı gibi hissediyorum her seferinde. Ben reddetmek istiyorum, her şeyi reddetmek. Bütün bu dünyayı reddetmek, sonra yeniden yaratmak istiyorum. Belli ki bu bile yetmez, ama her defasında bizi daha çok acıya sürüklese de yine sarıldığımız şey umut değil midir? Şundan eminim ki, eğer Tanrı yüreğimize umudu aşılamasaydı; bütün bu insanlar yaratıcısından nefret ederdi. Çünkü yaşam bize gösteriyor ki, hayatta kalmak, kayıplarımızla mücadele etmekten başka bir şey değil.


Umarım tek bir insana bile olsa, ulaşır birine bu mektup, hiç değilse hayatta olduğunun ve devamlı mücadele ettiğinin farkına varır. Ama ya bu isteğim kötü bir şeyse? Beni de intihara sürükleyen şey bu değil miydi: sürekli mücadele. Yazık, çok yazık. Ben sizlere göre bir korkak olacağım, bunu biliyorum. Çünkü siz aranızda bunu böyle adlandırıyorsunuz. Ama siz de (insanlıkta) ideallerinizi, fikirlerinizi, katliamlarınızı, yaşanmışlıkları, savaşlarınızı, izinden gittiğiniz ve herkesi ayırmaktan başka bir işe yaramayan hayallerinizi bir kenara bırakıp bir bütün olarak tüm insanlığı sevecek yürek yok. Yoksa İsa'yı neden kendi halkı assın? Onun gibi insan olduğunu kavrayamayacak insanlar, kendi yetersizlikleri dolayısıyla onu Tanrı belledi. Ne kadar da yazık! Bütün bir tarih insanın kendine yabancılaşmasından ve yalanlarımızdan ibaret. Her şey çok daha iyi olabilirdi. Çünkü bir defa, sadece bir defa şu doğal olmayan, sahte olan, kendi uydurduğunuz değerlerden vazgeçip dünyaya dönseniz; Tanrı'nın cenneti yaratalı yüzyıllar olduğunu anlardınız. Bunun yerine hepimiz işle, sorumlulukla, davayla, aldatmakla, adilikle meşgulüz. Bunca şeyin arasında bir de günahlarımızı cehenneme erteliyoruz. Ne yazık, geçici olsa da tüm bunlar sizin yaptığınız bunca zavallı şeyi örtbas ediyor değil mi? Acıyı ve çektirdiklerini düşünmeden yastığa yüzünü nasıl rahatça koyar insan? Eşyalarına bunca değer verirken, ve onları almadan önce saatlerce incelerken, tanımadıkları hakkında nasıl kesin yargılar verebilir insan? Kendi zayıflığının, birey olarak hiçbir şey ifade etmeyişinin nasıl farkına varamaz? Ölümden korkarken, öldürmekten nasıl çekinmez? Ne için tüm bunlar? Din için mi, milli gururlarınız? Ya da hiç usanmadan her defasında sizi haklı kılacak herhangi bir bahaneniz mi? Çünkü her defasında bunları sunuyorsunuz dünyaya.


Üzgünüm, ölmeden önce son arsızlığımı yapıyor ve böyle sert konuşuyorum size. Ama inanın sadece sevgi taşıyorum içimde, aldığım her nefesimde. Ama bazı şeyleri yapamadım. İnsanlığa artan sevgim insanda nefrete dönüşmekten başka bir işe yaramadı. Bu yüzden ölüm kolay bir yol gibi durdu bana. Arkamdan üzülecek kimse kalmayana kadar yaşadım. 98 yaşındayım. Yaşam için erken, benim için fazla bir yaş.


Ben sadece tüm bunları geride bırakmak istiyorum. Bütün bu yorucu hayat... istemiyorum, korku diyebilirsiniz buna ama ben hayatın daha güzel olması gerektiğine inanıyorum. Tüm bu sorumluluk neden var, bize güzellikler sunan bu dünya neden dert olmaktan çıkmıyor? Çünkü sürekli bir koşuşturma içindesiniz, herkes tabulara, kurallara uymak zorunda; çalışmak, çabalamak, yorulmak, terlemek, acı çekmek, toparlanmak ve tekrar dağılmak zorunda. Buna karşı çıkmak isteyen her insana da "Eh, işte hayat böyledir..." demekten geri durmuyorlar. Yoo, yanılıyorlar. Hayat böyle değil, hiç olmadı. Bunca güzelliğe, yapay şeyleri sunmaktan geri durmayan ve her defasında ses çıkarmadan bunlara boyun eğenlerin hayatı olabilir ancak bu. Ben çırpınmak, çabalamak istemiyorum!


Benim canım yanıyor, sadece üzülüyorum. Kim üzülmüyor ki? Ağlamak için geceyi bile beklediği olur bazen insanın. O ağlarken yağmur yağsın, hava serin olsun, güzel ve acıklı bir müzik çalsın. Hüznünde bile huzur arıyor, bari orada mutlu ve kendi başıma, yalnız ama huzurlu kalayım, diyor insan. Yarın sabah olduğunda yine büyük bir tiksinme duyuyor içinde. Bu tür bir insanın tek bir sorunu olabilir: tiksinti. Yalnızca tiksinti duyar insanlığa. Komiktir ama derdi de budur.


O güzellik barındıran hakikati hâlâ vermedim size. Çünkü önce tüm bunları önünüze sermek zorundaydım. Çünkü bu hakikat, bunların bilincinde olmama rağmen ayakta ve hayatta tuttu beni. Yüce olan intihar etmemle sesimi son kez duymadan önce bunu size sunacağım. Aşk bu, yalnızca aşk. Onunla tutundum ona, onunla dayandım hayata, kötüyü onunla sevdim, iyiyi onunla yaşadım. Başka ne olabilirdi ki? Hiç kimsenin duymadığı bir şeyi söyleyemem ya! En başından beri ne diyorum ben: her şey çok kolay, dünyamız aslında cennet, kurtuluş yanı başımızda!


Aşk'tan başka ne olabilirdi? Her insan onu arar, onu arzular. Hiç aşık olmayan birinin aşk için ağladığı olmamış mıdır? Ya da deli gibi aşık olan birinin, sevdiği daha mutlu olsun diye onu kendi kalbinden sakınmamış mıdır? Nedeni olmayan, sebebi bilinmeyen tek şeydir aşk. İçinde tek bir bile kusur taşımayan başka ne vardır? Tek bir eksiği olmayan başka ne vardır? İşte aşk budur, aşk Tanrı'dır. O bizim yüreğimizde yaşar, biz onda anlam buluruz. Yaşamın sırrını sadece aşk ile çözeriz. Bütün bir acıya onunla katlanırız. Eğer acımız aşktan geliyor ise, acıya da bağlanırız. Tepeden tırnağa aşık olmak, işte tüm kusursuzluk bununla var olur. Aşkın günahıyla yaşamaktan çekinmemeliyiz. Ben çekinmiyorum. Bu mektubu yazmaya başlamadan önce toprağa gömdüğüm sevgilimin yanına gidiyorum. Öleceğim, biliyorum, ama aşk için değer! Böylesi ne kadar da güzel! O kadar mutluyum ki... O kadar çok seviyorum ki, o kadar çok, o kadar çok ki!..


Korkuyorum,

Öyle korkuyorum ki,

Seni karşıma çıkardı diye

Tanrı'yı affetmekten...


Mektup burada son buluyor. Üzerinde bazı yerler karalamadan ibaret. Kötü bir el yazısıyla yazılmış, gözyaşları ile dolu. Ama sanıyorum ki bu ihtiyarın gözyaşları mutluluktan gelmişti. İnsanın her şeyi ölürken bilmesi, yaşaması ve anlaması ne tuhaf. Hayatın sırrını yıllar boyunca yaşadığı hayatının herhangi bir anında söylemesi değil de, ölüme bu kadar yakınken söylemesi. Mektubunda sürekli korkudan bahseden birinin cesurca ölmesi, yalnızca "Aşk" ile. Ne kadar da tuhaf bir gerçeklik. Her neyse. Sonradan araştırdığıma göre bu adamı kimse ömürleri boyunca hiçbir kadınla görmemiş. İlk başta adamın yaşından kaynaklı gelmişti bu bana. Belki o aşıkken komşuları daha küçücüktü. Ama gömdükten sonra yazdığını söylemesi bu tezimi çürütüyor. Belki de bu kadın hiç var olmamıştı. Ya da ihtiyar onunla hiç tanışmamıştı. Bu gizemin çözülmesi için önümüzde binlerce seçenek mevcut. Ama böyle bir gizem içerisinde bir hakikati bize bağışlamadan gitmek istememiş. Bizim için aşkına bir mektubu yazdıktan sonra gitmeyi seçmiş. Kim bilir ne kadar mutluydu. Her neyse, bu kısımların bizim için çok bir önemi yok. Önemli olan tek bir şey var: Eğer hayat anlamsızlıktan başka bir şey değilse, o zaman bu hayatı yaşamaya değer bir şeyin olması gerekir; bu da aşk ile mümkündür.