Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
‘’Ölüm Allahın emri
Ayrılık olmasaydı’’
Ah Süleyman efendi, ne kadar benziyoruz birbirimize. Çocukken anlamazdım ölümle ayrılığın kıyasını. Hala belki tam olarak anlamıyorum belki ama ölümün ayrılığa ne kadar yakın olduğunu hissediyorum. İnsan öldükten sonra bir daha çıkmamak üzere gömülür. Sonra ne bir selam gelir ölenden ne bir ses.
İşte tam olarak böyle bir ayrılık, ölüm gibi. Gittikten sonra hiçbir haber gelmedi senden. Telefonum titremedi, kapım çalmadı. Görmedim bile sokaklarda gözlerim aradıysa da. Hani küçüktü dünya, değilmiş.
İnsanların hayatlarımızda ömrü varmış tamamlayan göçüp gitmiş. Hiç tanışmamış, gülüşmemiş, ağlaşmamış, öpüşmemiş gibi yabancı olduk birbirimize. Tamam ölüm allahın emri. Ama böyle ayrılık olmasaydı olmaz mıydı? Benim hikayemde öldün belki ama bi yerlerde kendi hikayene devam etmen -hem de bensiz- öldüğünü kabul ettirmiyor bana. Kendi hayatındaysan benimkinde de olmalıydın. Ölüm allahın emri ama ayrılık olmasaydı. Ne kadar benziyormuş ayrılık ölüme. Benim bu serden ilk geçişim değil, bu kadar ağladığıma bakma. Ama insan ne kadar alışabilir ki ölüme-ayrılığa? Her seferinde yasın o büyük 5’lisinden geçmek zorunda değil miyiz?
Libidonun kayıp nesneden ayrışmaya çalıştığı süreç, yas. Yani yas gibi doğal bir tepkinin oluşması için önce nesneye yatırım yapmalıyız ve sonra nesnenin bir şekilde kaybına maruz kalmalıyız, sanırım. Senin zamandan başka yatırımın var mıydı bize, bilmiyorum. Varlığımı yaşadın mı ki kaybımı hissedesin, bilmiyorum. Bu yüzden yokluğumu karşılayan tepki yas olmayabilir senin için. Yokluğumu ölüme benzetecek kadar yaşatmamış olabilirsin beni. Yokluğum sadece sırtını dayadığın duvarın yıkılmasıyla küçük bir geriye tökezleme yaratabilir ki doğrulmak için günlerini, haftalarını almaz. Yatırımımız ne kadar fazlaysa kayıp sonrası yaşayacağımız duygudurumlar büyüyüp küçülebilir diyebiliriz o zaman. Bilmiyorum, sadece sen ve benden çıkarım yapmaya çalıştım yoksa literatürde böyle bir bilgiye henüz rastlamadım.
Yaşamın anlamını aradığımız yönler birbirinden çok uzaktı. Yaşamı ve ölümü, ilişkiyi ve ayrılığı yaşama şeklimiz de bizi ayrı düşürdü. Sen dünyaya gelişimizi ceza olarak değerlendirirken ben fırsat olarak değerlendiriyordum, seni sevmek için bir fırsat, gökyüzünü içime doldurabilmek için bir fırsat. Bir gün öleceğimi bile bile etimle kemiğimle yaşadığımı hissetmeye çalışıyorum ki ölümümün bir anlamı olsun. Ölüm, sadece yaşarsak var olur. Ayrılık, sadece beraber olursak var olur. ‘’O zaman yaşamayalım ki ölmeyelim, beraber olmayalım ki ayrılmayalım.’’ Yapamam, beni yaşamaktan alıkoyma. Beni senin yanında olmaktan alıkoyma. Bırak beraber yaşayalım beraber ölelim. Şimdi ayrılığı getiren sen oldun. Ben tek başıma öldüm. Ölüm allahın emri/Ayrılık olmasaydı.