Aylar önce katıldığım bir atölyenin notlarını okudum tekrardan. Atölyenin o haftaki konusu 'ölüm' imiş. Herkesin aklına geleceği üzere fiziksel ölümden bahsedilmiş ve herkes de yakınlarının ölümünü nasıl karşıladıklarını anlatmış. Elbette ki ölümü; ruhun bedenden ayrılması, kişinin madde dünyasını terk etmesi, bedenin yok olması gibi birçok şekilde açıklayabiliriz fakat benim değinmek istediğim ölüm şekli bunların hepsinden daha farklı. Bizim için artık kökleşmiş, hayatımızın anlamını ifade eden, bir daha değişmeyeceğini sandığımız düşüncelerimizin dönüşümü ya da tüm benliğimizle güvendiğimiz bir insanın ona olan güzel duygularımızı temelinden sarsması gibi hayat yolculuğumuzda bizi bambaşka yerlere götüren ve bambaşka bir insana çeviren her türlü değişimi de ölüm ile eş değer tutuyorum. Bu düşüncelerimin altında belki de ötesini bilmediğimiz bir şey olan ölümü küçültmek, onu bizim için daha anlaşılır bir hale getirmek gibi çabalar yatıyor. Belki de yaşadığım her türlü krizi ölüm ile bağdaştırarak yaşadıklarımı büyütüyorum, bilemiyorum ama yaşanmışlıkları görünen tarafından değil de arka sayfalarından okumaya çalıştığımda, her seferinde ölümün tazeleyici yüzü ile karşılaşıyorum. Bu da doğum ile ölümü karşıt konumlandırmak yerine eşit tutmama sebep oluyor, çünkü ölen bir insan başka bir alemde yeniden doğuyor (semavi dinleri veya reenkarnasyonu kabul eden insanlar için), ölen düşüncelerimizin yerine yenileri oluşuyor, bir insana karşı ölen duygularımızın yerine bir yenisi yeşeriyor... Ölüm ile doğum o kadar iç içe ve o kadar birbirlerinde erimiş durumdalar ki biz hayatımız boyunca birçok farklı alanda ölüm ile doğumun bu geçişkenliğinin dönüşümlerini yaşıyoruz. Bu dönüşümler ise fiziksel ölüm bize gelene kadar yaşayacağımız süre zarfında sahip olduğumuz hayat motivasyonlarımızı ve uğruna mücadele ettiğimiz şeyleri belirlememizde bize yardımcı oluyor. Tam da bu sebepten ötürü ruhsal ölüm ile gelen dönüşümleri fazlasıyla önemsiyorum ve bu süreçlerin hayatımızda yeni kapılar açtığını savunuyorum, her ne kadar dönüşümün tam ortasında artık daha fazla katlanamayacağımızı düşündüğümüz sancılar çeksek de... 


Zaten bu sürecin en önemli dönüm noktasının da yaşanan manevi ölümün ardından kendimize yeni bir mücadele alanı bulup bulamadığımız olduğunu düşünüyorum. Kendi hayat yolculuğum esnasında yaşadığım uzun bir dönüşüm sürecinden sonra, tekrar sosyal hayata karışmaya karar verdiğimde, etrafımdaki insanların ne için mücadele ettiğini gözlemlemeye başlamıştım. Farklı hayat şartlarına ve farklı sorumluluklara sahip onlarca arkadaşım ile görüştükten sonra aslında her insanın bir şey için savaştığını anlamam uzun sürmemişti, çünkü her bir insan belirlediği herhangi bir noktaya ulaşabilmek için sürekli hareket halindeydi. O dönemde hangi yöne gideceğini henüz çözemeyen bir kişi olduğumdan dolayı da insanların bu hareket gücünü nereden bulduğuna fazlaca kafa yormuştum ama bu soruya hala daha cevap bulabilmiş değilim. Sahiden, tüm insanlığın mücadelesini devamlı kılan 'şey' nedir? Peki bu 'şey' herkes için farklı mı yoksa tüm insanlık ortak bir tetikleyici unsur etrafında mı toplanıyor? Hayatları boyunca farklı noktalara gelmek ve birbirinden farklı başarılara imza atmak isteyen insanların ortak bir amaca yönelmesi ile aynı imkanlara sahip kişilerin içsel tatmin yaşamak üzere farklı kaynaklara ihtiyaç duyması birbirine denk mi? Örnek vermem gerekirse öğrencilerin farklı sonuçlar elde edip farklı amaçlara ulaşmak uğruna kullanacakları ortak bir sınava girmesi ya da yetişkinlerin farklı ihtiyaçları için harcayacakları para uğruna 'çalışmak-kazanç elde etmek' olarak adlandırabileceğimiz ortak bir telaşa düşmesi altında ne kadar eş değer bir gaye yatıyor? Biliyoruz ki birçok insanın ortak bir para kazanma gayesi var, hepsi bir şeyler için para kazanmak istiyor ama aynı zamanda parayı da bir şeyler için kazanmak istiyorlar. Kulağa aynı gibi geliyorlar biliyorum ama aslında değiller. Bu durumda bu insanların asıl motivasyon kaynakları ne oluyor, para kazanmak mı yoksa para ile elde etmek istedikleri nesneler, hizmetler, refah seviyesi vs. mi? Kısacası şunu anlamak istiyorum: İnsanlar hedefleri olduğu için mi hayatla mücadele ediyorlar, yoksa hayatla mücadele edebilecek gücü bulmak için mi hedef belirliyorlar? Çünkü eğer bu sorunun net bir cevabına ulaşırsam "Ben ne için mücadele ediyorum? Nereden geldiğini bilmediğim bu hisler ve özlemler için nasıl bir mücadele vermem gerekiyor?" gibi sorularımın da cevabını alabileceğimi öngörüyorum. 


Sanırım insan en nihayetinde iç huzurunu sağlayabilmek ve benliğini ortaya koyabilmek için çaba gösteriyor. Yani tüm insanlar aslında aynı tamamlanmışlık hissi için devinip duruyorlar fakat her bir insanın içsel motivasyonu ve onu bu tamamlanmışlığa götüren yollar farklılaşıyor. Özetle; her insanın iç dünyasında huzur ve dengeyi sağlamak için hissetmek istediği bir haz var, bu haz da tüm insanlığın ortak bir değeri. Buna karşın insanı bu tamamlanmışlık seviyesine götürecek amaçları oldukça kişisel değerler. İnsan bu dünya hayatında ruh tekamülüne ulaşmak için ihtiyaç duyduğu sıradan araçları amaç haline getirecek kadar yolun başında aslında. İşte tam da bu noktada, bu hayattaki mücadelemizin bitmeyeceğini ve tamamlanmışlığı yaşayamayacağımızı anladığım an, ölüm ile doğumun tam olarak aynı şeyler olduğunu tekrar anladım. Bu yaşamda aradığımız tamamlanma hissini öldükten, yani yeniden doğduktan sonra ancak hissedebileceğiz.