Ölüm hakkında düşünmeye çok küçük yaşta başladım. Bunun nedeni onunla çok erken tanışmam sanırım. İlkokula yeni başlayan ufak tefek bir çocuktum ve sınıf öğretmenimiz büyük kuzenlerimi de okutmuş yaşlı bir öğretmendi. Bu yüzden bana ayrı bir ilgi gösterirdi. Bazen sıralar arasında gezerken omzuma dokunur ya da başımı okşardı. Fakat birinci sınıf bitmeden kalp krizinden vefat etti. Annemin, vefat haberini verişini hala dün gibi hatırlıyorum. Ben odamda oyuncaklarımla oynarken içeri girmiş ve yatağımın köşesine oturmuştu. Bana sakin olmamı ve öğretmenimin vefat ettiğini söyledi. Verdiğim tek cevap, tamam oldu. Galiba ölümün ne demek olduğunu tam kavrayamamıştım. Bir yanım hala okula gittiğimde onu göreceğime inanıyordu. Ama öyle olmadı… Okula gittiğimde tüm öğrenciler ve hatta bazı veliler ağlıyordu. Ben ve birkaç öğrenci hariç… Çünkü benim yasım gözyaşıyla değil, öfke ve kaygıyla gelmişti.

Yeni gelen öğretmeni hiç sevememiştim. Notlarım çok düşmüştü ve ailem bilgilendirilmişti. En sonunda bir gün sınıf ortasında yeni sınıf öğretmenime bağırmamla soluğu rehberlikte almam bir olmuştu. Hala atlatamadığım bir ölümün yasını tutuyordum belki de. Ama ben dahil kimse bunun farkına varamadı. Aradan birkaç dönem geçti. Ben yasımı atlatıp daha uyumlu bir öğrenci haline geldim, hala yeni öğretmenime alışamasam da. Fakat belli ki ölümün benim peşimi bırakmaya niyeti yoktu.

On yaşıma birkaç ay kala babaannemi kanserden kaybettik. Bu benim karakterim için dönüm noktası olan bir olaydı. Yas dönemini bu sefer tüm evreleriyle yaşamış ve çaresizliği damarlarımda hissetmiştim. Eğer, diye düşündüm. Eğer çok yürekten dua edersem belki babaannem mucizevi bir şekilde geri dönerdi. Elbette böyle bir şey gerçekleşmedi ama ölümün soluğunu ensemde hissetmeme yetmişti. Bu son karşılaşmamız da değildi. Lise sonda sınıf arkadaşımı, 21 yaşımda da annemin kuzenini kaybettik. Her seferinde ölümden farklı şeyler öğrendim. Ölümün çok genç insanlara da gelebileceğini, sizin planlarınızla hiç ilgilenmediğini, arkanızdan ne kadar yaş döküleceğini veya kimleri geride bıraktığınıza bakmayacağını, yavaş yavaş gelebileceği gibi yıldırım kadar hızlı da gelebileceğini…

Ölüm her zaman bu kadar zalim değildi tabii ki. Bazı durumlarda bağışlayıcıydı da. Bunu kabullenmem en zoruydu. Babaannemin hastalığı en son raddeye ulaştığında acısı dayanılmaz hale gelmişti. Öyle ki onu sadece çok güçlü ağrı kesiciler ve morfinler ayakta tutabiliyordu. Bir yerden sonra yataktan bile kalkamaz hale geldi. Çektiği acılar hem kendisine hem de sevdiklerine ağır gelir olmuştu. Bir yerden sonra dualar, acil şifalardan acısız ölüm dilemeye geçmişti. Bu dilekleri ilk duyduğumda dehşete kapılmıştım. Kalbim kırılmıştı. Neden insanlar babaannemin ölmesi için dua etmeye başlamışlardı ki? Ne yapmıştı onlara? Bir türlü idrak edemediğim bu durumu anneme sorduğumda bunu babaannemin iyiliği için yaptıklarını söyledi. O kadar fazla acı çekmişti ki, artık dinlenmeyi hak etmişti. Bu açıklama ne yazık ki beni ikna etmemişti. Fakat büyüdükçe ne anlama geldiklerini yavaş yavaş idrak edecektim. Hatta bazen aynı dileklerde ben bulunacaktım. Binbirli türlü derdin bulunduğu dünyada ölüm bir dilek haline bile gelebiliyordu işte. Yine de bir yetişkin olarak bu dileğin vicdan azabını çekerim zaman zaman. Hala içimde çocuk kalan tarafım kabullenemez bu gerçeği. Ölüm kabullenilmesi güç bir gerçek fakat sevecen bir öğretmen gibi… Hayat ise taşınması zor bir sorumluluk… Bunlar hayatımın ilk çeyreğinde ölümden öğrendiğim şeyler işte. Geri kalan her şey özlem ve keder üzerine…