Geçen onca yıla rağmen bazı şeyler hiç değişmişti bazı şeylerde olabildiğine değişmişti. İnsan sanki bir labirentin içinde kaybolmuş gibi zamana karşı kıvranıyordu... Dün Ayşe geldi Bilge. Temmuz’u kaybettiğinden beri onu ilk defa görüyordum. O kadar değişmiş ki masmavi gözlerinin altı simsiyah bir okyanus andırıyordu. Beline kadar uzanan saçları çaylak bir ressamın elinden çıkan tablolar gibi özensizce kesilmişti. En sevdiğimiz yerde, Galata’nın karşısında, oturmuş; sessizliği ilk kimin bozucağını merak ederek bekliyorduk. Ayşe’nin elleri titriyordu ama havanın soğuk olmasından bağımsız bir titremeydi bu, Ayşe kısık bir sesle “Neden öldüler?” dedi, bir an içimi korkuyla karışık bir hüzün kapladı. Cevap veremedim, ağlayarak devam etti. “Tanrı bu dünyada neden bizi bıraktı?biz neden ölemedik?” Durdu biraz, acıklı kahkaha attı ve devam etti: “Ben sadece Temmuz’u istemiştim. Benim dünyam Temmuz’du. Her şeyi diğer insanlara bırakmıştım, ben payıma düşeni alıp kapamıştım gözlerimi. Bak şimdi ne hale geldim? Ellerini gösteriyordu. Rüzgarda sallanan sallar gibi titriyordu elleri. “Ayşe.” dedim donuk bir sesle “Temmuz’u kaybedeli seneler geçti ama bu seneler seni de yok etti.” Sonra boğazım düğümlenerek “Bilge…” diyebildim, yüzüme baktı, “Biliyorum.” dedi. “Sen de pek yaşıyor sayılmazsın.” Konuşmak artık büyük bir iştenceydi, tekrardan Galata’ya baktık, bir zamanlar dördümüz dünyadan kaçıp bu devasa yapıya hayranlıkla baktığımız gibi… Sen olsan Bilge, uçuk kaçık bir şeyler bulur denize bile atlardın; ayakların bulutlarda gezerdi. Temmuz konuşmazdı, sessizce dururdu ölümüde sessizce olmuş derin bir sessizlik içinde.