"Dünya hayatı kolay, burası öyle değil.


Fısıltılı bir sesti bu kulağına gelen. 


"Sevinmenin tadını acı çekmiş olan bilir, bağışlamanın tadını sınavı geçmiş olan bilir ancak." diye devam etti ses. 


Adam gözlerini bir noktaya sabitlemiş, içinden yükselen fısıltıları dinliyordu hipnoz olmuşcasına. 

Otobüsün camı uyuyakalmış insan suratlarından bulaşan yağ ve ter ile kaplıydı, biraz da yağmur lekesi. 

Yeni hayatının ilk yolculuğuydu, farkındaydı. 

Sağ tarafında oturan simsiyah adama ne zaman göz ucuyla bakmaya kalkışsa adam kayıtsız suratını çevirip korkunç gözleriyle donuk donuk bakıyordu. 

Korkuya teslim olmasına az kalmış bir adamın içinde kalan son cesareti de amansızca dövüyordu bu bakışlar. 

Artık umut yoktu. 

Ölmüştü. 


Yaşadığı müddetçe Tanrı'ya inanmamıştı. 

Çünkü bir keresinde ona inanıp güvenmişti. Onun yardımını istemişti, geceleri uykularını bölüp ona yalvarmıştı. 

İyi bir insan olmaya çalışmıştı hatta fakat bütün bunlar sonuçsuz kalmıştı. 

Düşlerini kaybetmişti. 

"Düşlerini kaybeden bir insanla fantezileri tükenmiş Tanrı'nın ne farkı var ki?", demişti kendi kendine ve inanmayı reddetmişti. 

Tanrı varsa bile tüm istediklerini yapmış olmalıydı. Belki de pek sıkılmış olacak ki garip hikayeli insanları yaşatıp öldürüyor, trajikomik hikayeleri gerçek dışı bir yaşama seyrettirip kendince avunuyordu. 

Belki de Tanrı ölmüştü. 

Belki de biz Tanrı'nın evinin bir odasındaki fanustan ibarettik ve Tanrı'nın eceli çoktan gelmişti. 

Belki de milyar yıl geçmiş cesedi salonda yatıyordu, biz ise fanusun içinde raydan çıkmış bir tren gibi yok olmaya sürükleniyorduk. 

Belki de kedileri cesedini çoktan yemişti bile, hatta belki de biz, Tanrı'nın kedisinin kumunda yaşayan mikroorganizmalardık artık. 

Belki Jüpiter, Tanrı'nın tadını beğenmeyip bir kenara attığı lolipopuydu. 

Yani, bu koskocaman galaksi, kedi kumundaki gübre taneleri olamaz mıydı? 


"Tanrı ile ölüm nasıl da birbirlerine benziyorlar, aralarında muhakkak bir bağlantı var" diye düşündü adam. 

Ölmüştü. 

Öldüğünü hissediyordu. 

Yüreğinde bir hafiflik vardı, sanki bedeni sık sık orgazm yaşıyor gibiydi. 

Artık gözleri dışarıdaki güneşin renklerini farklı algılıyordu. 

Ağaçlar bildiği gibi yeşil ve sabit değildi, hepsinin yüzü vardı. 

Evet, ağaçlara dikkatli bakınca suratlarını seçebiliyordu. 

Geçtiği her ağaca başını hafifçe eğerek selam veriyordu. 

Bazı ağaçların ona tebessüm ettiğini görüyordu. 

Etrafında konuşan insanlar, dünya telaşından ve hayatlarına dair şikayetlerinden bahsediyordu fakat adam onları duymuyordu. 

Daha doğrusu duymak istemiyordu. 

Tüm bunların hiçbir anlamı kalmamış, o artık tüme varmış, perdeleri bir bir kalkmış, bedeni et ve kemik molozu olmuş, ruhunu duymaya başlamıştı. 


Hayatı boyunca hep konuştuğunu, mücadele ettiğini zannediyordu fakat nerdeyse hep susmuştu. 

Yaşayanlar arasında bir klişedir ki bütün hayatı göz açıp kaparcasına bir hızla geçmişti. 

Para kazanma uğraşıyla, iş arkadaşlarıyla giriştiği statü çatışmalarıyla, güzel bir kadınla geçirmek istediği gecelerle, banka kuyruklarıyla, trafiklerle, uykusunu bastırdığı pazartesi kahveleriyle... 

Gerçek bir duygunun sesini duymadığı o suskunluk döneminde hayatının bütün bir kısmını kayıtsızlıkla kaybettiğini şimdi anlıyordu. 

Bir keresinde aşık olmuştu adam, o kadar. 

Geri kalan tüm hayatı alışkanlıklar ve korkular bütünüydü. 

İçinde korkunç bir boşluk, aynı zamanda gözü pek bir umursamazlıkla, evi diye benimsediği bu dünyayı terk etmenin karmaşıklığı içine girdi.

Bundan sonra ne olacaktı, emin değildi. 

Emin olduğu tek şey ölümün gerçekliğiydi. 

Yanında oturan bu adamın gerçek olmadığına yemin edemezdi ama yalnızca onun gördüğü kesindi. 

Peki Tanrı gerçek miydi? 

Onu görecek miydi? 

Bundan sonra ne olacaktı? 


Dünyada hep ölümün vahim bir şey olduğu söylendiği için kendine acımaya başladı. 

Fakat çaresizken insan, yani tüm kapılar bir bir kapanmışken suratına, bacakları artık yürüyemez bir haldeyse bile hatta, boyun eğmek zorundadır her şarta. 

İçinde bir balon gibi şişen çaresizlik tüm direncini, enerjisini saldırgan bir köpek gibi paramparça etmişti. 

Soğuktan kesilen parmakların çektiği o iğrenç ızdırap gibiydi ölüm, kalbi sert bir taşın üstünde şiddetle zımparalanıyordu. 

Hakkında, meclis çoğunluğuyla reddedilmiş bir yaşama veda ediş ve hayatındaki birçok seçimi kazanmış olan yalnızlıkla beraber yine ölüm yolculuğuna bir mahkumiyet kararı verilmişti. 

Böyle bir vaziyetteki adama cennetten bahsetmeden önce elinde ölümcül alet bulunup bulunmadığına dikkat etmeli yetkililer. 


Aslında yaşarken yalnızlıkla arkadaştı ancak şu an burada, bu otobüste, oturduğu koltuğun yanında oturan, korkunç suratlı yalnızlık midesini bulandırıyordu. 

Öfkeliydi yapmadıklarına; "eğer bir şansım olsaydı, ah bir şansım olsaydı" diye söyleniyordu. 

Gözleri doldu. 

Çaresizlik karşısında öfke ile üzüntü içinde suçlayacak bir kurban veya sığınacak bir liman düşünüyordu. 

Babası geldi aklına. 

Onun kollarında öldüğü günü hatırladı. 


Babasının öleceği saati doktorlar söylemişti ona.

Fakat babası o gün ilk kez gelmiş gibi dünyaya, neşe saçıyordu etrafa. 

Bütün hastalara çay ısmarlamıştı ölüm döşeğindeyken. 

Saat sekizde ölecek demişti doktorlar, saat henüz yediydi. 

Etrafa şakalar yapan, fıkralar anlatan babasının ayaklarının dibine oturmuştu.

Kahkaha atan babasının ağzından fıkralar bütün odadaki hastaları kırıp geçirirken bi' an ayaklarına dokunmuştu. 

Buz kesilmişti ayakları.

Saat yedi buçuktu ve artık babasının ayaklarından canının çıkmaya başladığını anlamıştı.

Adam ölüme ilk kez o zaman dokunmuştu. Göz pınarında biriken yaşı tutmakta güçlük çekiyordu. 

Babası fıkrayı bitirmiş gülüyordu ve farkındaydı öldüğünün.

Hıçkırmadan, usulca gözyaşlarının yanaklarından aşağı doğru indiğini görmüştü oğlunun. 

Yerinden doğruldu ve vakur sesiyle; "Neden ağlıyorsun evlat? Ölümün kötü olduğunu yaşayanlardan duydun. Ölüm, bir şiirin bitişi veya bir kitabın sonu değil ki. Sadece bir noktalama işareti. Yani yazgın tuttuğun kalemde. Ona hükmedersen ölüme de hükmedersin." 

Saat sekiz olmuştu. 

Babasının son isteği olan kağıt ve kalem, ölümün soğuk öpücüğüyle kayıvermişti ellerinden.


"Uyruk olmaktan çıkamayan insanlar, buyruk olmaktan başka bir şey olamazlar hayatın yazgısında" diye konuştu birden siyah adam.

Biçare adam son cesaret kırıntılarını kemiren açgözlü fare gibi sahte bir yüreklilikle adamın yüzüne baktı.

Adam elinde bir kalem ve beyaz bir kağıt tutuyordu.

Yavaşça uzattı adama.

Adam durdu ve düşündü. Babasının dediklerini düşündü, aklından geçenleri düşündü ve yazmaya başladı.

Hayır, bu bir intihar notu veya vasiyetname değildi.

Bu kağıt Tanrı'nın göklerde kurduğu oturaklardan düşüp gelmiş bir parça, bu kalem ise zamana dökeceği mürekkep, parmaklarıyla işleyeceği kehanetin ta kendisiydi.


Adam başlığı attı;

"ölüm, yaşam"


"Kaleme sahip olmaya çalışma, kendini kaleme bırak" dedi siyah adam, dostane bir ses tonuyla.

İçindeki çaresizlik korosunun sesi kesilmişti, güneş batıdan değil göğsünün içinden doğuyordu adeta.

Adam yazısını bitirmişti.

Kağıdı katlayıp cebine koydu ve otobüsten indi.

Ne ölmüştü ne de sağdı.

"Olması gereken oldu" dedi içinden ve bir sonraki yazgısının peşine gitti.