Ayın 14'ü kadar aydınlık ve güzel bir geceydi.


Bense şehrin oldukça uzağında, karanlığı yıldızlar gibi delerek gözlerimde patlayan şehir ışıklarını görebildiğim; şehrin ücra bir kıyısında, moloz yığınları üzerinde dikiliyordum.


Her ışıyanın altında kendini devam ettirmeye çalışan kafkaesk yaşamların mide bulandırıcı kokusu hala burnumda tazeliğini koruyordu.


İçinde demir ve tel damarları olan beton kırıntıları arasında amaçsızca yol alıyor, çıplak ayaklarımı her adım atışımda ayağımda bir çizilme sonrası yanma hissi daha, onun hissi geçmeden bir yarılma sonrası ılık ılık akan kanın sızışını iç içe duyumsuyor ama umursamıyordum.


Şehrin üzerinden esen sert ve is kokulu soğuk hava üzerimdeki paçavraların söküklerinden içime sızıp tenimi ürpertiyordu.


36 saattir aç idim.


Lakin bunların hiçbiri ne bir dert ne bir şikayet sebebiydi.


Yaşama dair duyumsadıklarım o kadar çoktu ve o kadar çok çeşitliydi ki şu an tüm hisler yumağının tam göbeğinde doğmayı bekleyen bir cenin gibiyim.


Varlığımın duyumsadığım kütlesi kendi bedenimden daha ağırdı ve artık ölümü davet edebilirdim geceye.