Telefonuma bir mesaj geldi. Teyzem ve kuzenimin bulduğu, henüz 18 yaşındayken ölen dayımın yazdığı mektuplar...
Yıllarca hastalığından çekmiş ve gencecik yaşta dünyaya veda etmiş bir adam. Hiç görmediğim, tanımadığım fakat her nasılsa acısını kalbimde hissettiğim bir insan.
Birinin etiyle kemiğiyle, sanki bu yeryüzünde hiç var olmamış gibi tamamen yok olması ama ellerinin değdiği bir kağıt parçasının sadece sarararak yıllarca kalması, hayatın acımasızca geçip giden hem anlamlı hem anlamsız bir süreç olduğunu anlamaya yetiyormuş. Kimi zaman sevgiyle kimi zaman nefretle bir şeylere dokunduğumuz bu deri, ruhi ve cismi yükleri taşıdığımız tüm bu beden/iskelet, kasılan gevşeyen, büyüyen küçülen bu kaslar bir kağıt parçasından daha sağlam değilmiş.
Hiç görmediğim ellerin tuttuğu kalemden çıkan kelimelere baktım. Hasta, maceraperest ve aşıktı. Babamın arkadaşı, annemin abisi, benim de dayımdı. Ablasına İzmir'e kaçışını anlatmıştı, giderken sevgilisinin ağladığını yazmıştı. Sevgilisinin onun için bir türkü tutturduğunu söylüyordu, bir gurbet türküsü... Bu olaylardan yalnızca birkaç yıl sonra öldüğünde, o genç kadın neler yaşadı bunu asla bilemeyeceğim ancak büyük bir mutsuzlukla bunun hayalinin kafamda canlanmasını durduramıyorum. Öte yandan o kadın şimdi hayatta mıdır, nerededir diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum.
Giden için yaşadığı ve şu an yaşanan hayat ne anlam ifade eder, bunu bilmemiz mümkün değil. Kalanlar içinse; yıllardır dokunulamamış bir el, duyulamamış bir ses, ışıltısına, yaşlarına ya da içindeki acıya bakılalı on yıllar geçmiş olan bir çift göz, unutulmaya yüz tutmuş hatıralar...
Bu sırada radyoda bir şarkı çalmaya başladı:
İkimiz bir fidanın
Güller açan dalıyız
Sen benimle, ben seninle
Bu hayatı yaşamalıyız
Severek birbirimizi
Hayata hep gülmeliyiz
"Bu şarkı dayının en sevdiği şarkıydı." dedi annem. Belki de buradadır, dinliyordur şimdi diye düşündüm. Ben onu hiç görmedim ama o beni görüyorsa diye, gülümsüyorum.