Ben, Frijder. Belki beş, belki de beşyüzellibeş yıldır sokakta yaşıyorum. Siz tıktınız beni buraya. İçine kustuğum dünyanızdan aşağı ittiniz. Tam olarak babam sormayı, annem özlemeyi unuttuğundan beri. Karım ellerimi sırtımda bağlatıp evden gönderdiğinden ve beynime elektriği gömdüklerinden beri. Ya beş, ya da beşyüzellibeş yıl olmuş...


Şehrin Kaf Dağıyla, teneke cehennemi arasındaki köprünün altında, demirden bir arafta yaşıyorum. Tanrının unuttuğu, şeytanınsa aklından çıkarmadığı bir delik burası. Kimse karşıdan karşıya geçmiyor. Hepsi kendi yakasından döküyor pisliğini. Bizi de şahit yazıyorlar her defasında, ne sorgusu bitiyor ne ifadesi...


Eski lağım deliklerini mesken edinmiş bir avuç deliyiz size göre, "Sakın geçme köprüden!" dediğiniz. Geçmedik biz de... Ya da siz öyle bildiniz. Bu delikler için ne savaşlar verdik, kaç garibi tartakladık, kaç sıçan öldürdük bilir misiniz? Şimdi alayı ölü taklidi yapar bizi görünce, ya da yolunu değiştirir.


Ben Frijder. Ben ve el fenerim, bir buzdolabı kolisinin üzerinde, bilmem kaç senedir burada yaşıyoruz. Şurada yorgana sarılı olan Kapitone. Ölü değil. Yanındaki de Kulak. Sağırdır, boşuna bir şey söylemeyin! Bir de Kavruk var. Bir gözü hep kısık. Şüpheci midir, doğuştan mı öyle bilmem. Bu zamana kadar hiç konuşmadık. Bir de onlar var, gölgeler... Her köşede kalkmamızı bekleyen gölgeler...


Siz bizi bilmezsiniz ama, biz sizi ayak sesinizden tanırız ya da arabanızın fren sesinden. Parfüm kokunuzdan... Bir kâse çorbaya cüzdanlarınızı bıraktığınızda doyan midelerinizden biliriz. İzmaritleriniz ele verir sizi. Dumanı tam, tütünü yarım izmaritlerinizi çekince içimize, ruhunuzu görürüz. Sigaranın katranından daha zehirlidir içiniz, daha zifiri... Biz, çocukların korkulu rüyası, siz büyüklerin. Kaf Dağının Efendileri ve yanlarında iğne topuklu kadınlar. Bazılarının gölgesi, köprünün karşı kıyısından. Tüm günahlarınızı suya bırakırsınız köprüden. Bilmezsiniz onları bizim topladığımızı. Yarım sigaralarınızı içtiğimiz gibi, günahlarınızı da tamamladığımızı.


***


Çok sıradan bir gece. Su ile köprünün kesiştiği çizgide, sizin beni göremeyeceğiniz bir yerdeyim. Belli ki sular kesik. Her zaman gittiğiniz kumaş peçeteli restoranın bulaşıkçısı, sarkıttığı kovaya su dolmasını beklerken ben, hedefi on ikiden vuruyorum. Çorbalarınıza işemiş kadar rahatlıyorum. Siyah biyeli parmak uçlarımda, ruj lekeli bir izmarit. Yıldızları suyun üzerinden seyredip hayallere dalıyorum. Uzun sürmüyor ve tedirgin bir nefes beliriyor köprünün üzerinde. İnip kalkan göğsünün gölgesini görüyorum. "Ölmek için çok alçak burası." diyorum içimden. Her ne yapacaksa kalbi zaten dayanmayacak. Bekliyor. Bekliyorum. Gölgenin şekli değişiyor. Narin kolunu görüyorum sadece, köprü sınırını aşan. Attığının suya ulaşmasıyla kaçması bir oluyor gölgenin. Yıldızlar kaçışıyor su yüzünden, halkalar belli ediyor emanetin yerini. Gölgeler kulağıma fısıldıyor...


Eğilip alıyorum suyun içinden. Garip, çok garip... Beceriksiz bir çocuk tarafından yapılmış, eğri büğrü bir bebek sanki. Biraz daha ışığa yaklaştırıyorum. Gerçekten de bir bebek bu, ama oyuncak da değil, hayırlı da... Sevinçle etrafımda dönmeye başlıyor gölgeler o an.


O şeyi hızlıca cebime atıp biraz voltalıyorum dere kenarında. Ah şimdi bir sigara olsa, şöyle baştan sona içime çekebileceğim. Kapitone ile Kulağın üzerinden atlayıp yatağıma geliyorum. Birkaç boş yumruk savuruyorum gölgelere. Peşimi bıraktıklarında karanlığa siniyorum. Ara ara cebimden çıkarıp el feneri ile inceliyorum mahlûkatı. Kuruyunca kafasındaki üç dört tel saça dikkat ediyorum, ağarmış. İki gözüne birer iğne batırılmış. Gayri ihtiyarı acıyor gözlerim. Kalbinde üç, bacaklarında ise birer iğne daha. Ama kokusu güzel. Çünkü sabundan... Kim, neden böyle bir şey yapsın ki? Yani... Kahrolası batıl şeyler bunlar, saçmalık. Kahkaha ile gülüyor gölgeler.


Ya değilse... Ya gerçekten işe yarıyorsa...


Saklamaya karar veriyorum bebeği. Onu korursam, herife bir zarar gelmeyeceğini düşünüyorum. Ya da içimden bir his öyle diyor.


Ömüradam koyuyorum ihtiyarın adını. Ben nereye, o oraya. Onun için bir süper kahraman mıyım, yoksa cehennem zebanisi mi bilen yok. Çok tuhaf kabuslar geliyor ziyaretime. Uyanıp çıkamıyorum içlerinden. Hastayım sanıyor köprü altı eşrafı. Hemen onlar da biniyor tepeme. Doğanın kanunu bu: Hasta ve güçsüz olanı yok et! Ne battaniyem kalıyor üzerimde, ne altımda buzdolabı kolisi. Gündüzleri de geceden artakalan sinir harbi içindeyim. Sürekli kavga, gürültü, itiş kakış...


Kavruk, yine uzaktan izliyor beni. Dedim ya, tık yok bugüne kadar. "Lafı olan gelir söyler!" der gibi bir hâli var it oğlu itin.


Bazen korkutuyor şu bebek beni, yüzüne bakamıyorum. Cebime sokup sokup çıkardığım, ama göz göze gelmemeye çalıştığım bir gün, kendiliğinden konuşuyor benimle Kavruk. "Çöp zamanlara, naylon zamanlara kaldık." diyor, köprü altının karanlığı ile kendi karanlığı arasından. Bunu neden söylediğini, bana uzattığı naylon çay bardağını ve içindeki tahta çubuğu fark edince anlıyorum. "Ben eskiden ince belliden başka çay, süvariden başka kahve içmezdim." diyerek suyun üzerine bırakıyor gözlerini. Başımı sallayarak onaylıyorum. Beyin ütüleyecek bir muhabbete geçecek sanıyorum. Dumanı tüten naylon çayından büyük bir yudum alıyor ve bebeği tuttuğum elimi işaret ederek:

"Ne olduğunu biliyor musun?" diye soruyor.

Çömeldiğim yerde ileri geri sallanmaya başlıyorum. Kavruk, dere, köprü... Kavruk, dere, köprü... Birkaç tur gidip geliyor gözlerim.

"Saklayarak ona iyilik ettiğini mi sanıyorsun?"

Daha hızlı sallanmaya başlıyorum.

"Bak! Karanlıkta işler, gün ışığındaki gibi yürümez. Her kim o şeyi, gelip dereye attıysa, bir an önce erisin gitsin istemiştir. Bir nevi vicdan terazisi... Ne kadar kısa sürerse erimesi, o kadar az acı çeker sahibi."


Kavruğun söyledikleriyle buz tutuyor yüreğim. Zihnimin derinlerinde bir sürü kanlı senaryo dönmeye başlıyor. Hemen hepsi kâbuslarımdan tanıdık. Anlıyorum ki sırtımdaki kahraman pelerini değil. Başım çatlayacak, kâbuslar uyanıkken üzerime çöktü çökecek sanki.


H i ç b i r ş e y  d ü ş ü n e m i y o r u m . . .


Tek duyabildiğim gölgelerin zafer naraları atan sesleri.


Avucumdaki bebeği, naylon çayın içine atıp erimesini seyrediyorum.


Yedi iğne, derenin suyu en bol yerinden akıp gidiyor, yedi gece sonra da kabuslarım...