Uyandığında uzun süre uyumaktan baloncuğa dönüşen gözlerini güçlükle açtı. Uyursa omuzlarından kanatlanacağını düşündüğü bütün düşünceleri göz kapaklarında inzivaya çekilmişti. Bir an hiç uyanmamayı diledi. Kısacık bir an. Bir haftadır ihtiyaç molaları hariç ha bire uyuyordu. Maslow'un piramidinde en alt basamakta takılı kalmıştı hayatı. Üst basamağa adım atamamıştı henüz. Kendi bitkisel hayat düzenini kurmuştu esasen. Tek sıkıntı, bu denli yoğun istemesine karşın değil fişi çekmek, elini kabloya bile uzatamıyordu. Giderek daha fazla uykuya ihtiyaç duyuyordu. Ya da daha derin. Bilinci kapalıyken üstlenemediği bütün sorumlulukları, farkına varamadığı pişmanlıkları, gözlerini dolduramayan şiir dizeleri, zihnini yoramayan kitap cümleleri... Kısacası her şey ve her şey, uyanınca zihnine hücum ediyordu. Boşlukta aheste aheste süzülürken birden yere çakılıyordu. Artık uyanışları gökyüzü kadar berrak değildi. Boyutlar arası geçişleri sert ve yorucuydu. Bu his onu yakında delirtirdi. Tabii hâlâ zihni onun kontrolü altındaysa.


Ellerini başının arkasında bağlayıp tavanı izlerken istemeye istemeye yeniden düşünmeye başladı. Yine kapana kısılmıştı. Aklını dağıtmaya çalışırcasına sağa sola göz gezdirdi. İçini dolduramadığı çerçevenin icadını falan düşünmeye çalıştı. Beceremedi. Bakışları loş ve boş odada eko yaptı. Dişlerini hırsla sıktı. Kendine söz geçirememekten nefret ediyordu. Koca evrende zerre toz tanesi bile değilken hayatının her anında evreni anlamlandırmaya çalışması ve bundan kendini geri çekememesi sinirini bozuyordu. Bu onun haddi değildi. Öyle ki parke taşına gözü değse aklı birden kanatlanır; karnı yemeğe, gönlü sevgiye aç halde hayata tutunmaya çalışan bir çocuğun bitkin adımlarına konardı. Gözleri eş zamanlı dolardı. Bu defa da kimseye fark ettirmeden onları silmeye çalışırdı. Çoğu zaman başını gökyüzüne kaldırıp hem dua eder hem de gözyaşlarını damla damla yutardı. İşte bu onun en kötü huyuydu.


Gerçi çemberin dışında tuttuğu herkes için onun en kötü huyu huysuzluğuydu. Kendi aralarında böyle bahsederlerdi ondan ama işin aslı o kendi hayatında hep deplasmandaydı. Onun huysuzluğuna sebep olanlar bundan şikayet edenlerden başkaları değildi. Onlar iki taş uzatır birbirine sürtmesini isterlerdi. Taşları sürtüp de kıvılcım çıkınca ucu onlara değerdi; bu defa da kıvılcımı onun çıkardığını söyler iliklerine kadar sitem ederlerdi. Taşlar da çemberin dışındakiler de garipti. Zaten çember çember dediğini de kendisi çizmemişti ki. Onun sınırları yoktu, sınırlara gelemezdi. Kanatsız bir kuş kadar özgürdü. Öyle ya da böyle onu yönlendiren bir kumanda, o kumandayı da tutan bir çift el muhakkak vardı. Belki o da farkına varmadan başka bir insanı koordine ediyordu, bilemezdi. Fakat kendi hayatını bile yapılandıran o değilken, bu neye yarardı? İstekleri, hayalleri salt kendi fikirleriydi. Uygulama aşamasında fikir alayım derken aldığı fikri istemeden (ya da bile isteye) merkeze koyardı. Kendi düşünceleri her zaman limitin altındaydı. Yetersiz ve süreksizdi. Aklından 1001 tilki geçer, o tilkilerin kuyrukları birbirine değmezdi bile. Ama o yine gider 1002'nci tilkiyi seçerdi. Başkasının kuyruksuz tilkisi... Çoğu beşer için de durum böyleydi. Senin çarkın dönerken başka bir çarkın dönmesini sağlar. İnsanoğlunun koltuklarını kabartır başka bir varlığa hükmetmek. Ama unuturlar ki senin çarkını döndüren de bir başka çarktır. Kısır döngü içinde omurgasını dik tutmaya çalışan beşeriyet, buna hayat döngüsü der. Kimin hayatı?


Bu düşünceleri aklından silmeye çalıştı. Kendi hayatına toz konduramıyordu güya. Aslında dışarıdan bakmaya bir yeltense fark etmeksizin kondurduğu tozlardan kendi silüetini göremezdi. Kendiyle olan ilişkisi hiçbir zaman terapötik olmamıştı. Alttan alta çuvaldızı hep kendine batırırdı. Şahsiyetini hiç sevmezdi. Yaşamayı çok sever, kendi yaşamından nefret ederdi. Yaşamını istemeye istemeye bu dilemmanın çevresinde şekillendirmişti. Şikayet ettiği, sinirlendiği, eleştirdiği, üzüldüğü ne varsa sanki biri bile isteye onun heybesine doldurmuştu. Kamburu da bu yüzden vardı. O hep bunu düşünüp buna inanmıştı. Bazen tüm bunlara isyan edercesine boş duvara kilitlenip kalırdı gözleri. Bazen de çemberin dışındakileri gördükçe kendi haline şükreder, ödül mahiyetinde kendi yanağından makas alırdı. Şimdi fark etti; o da taşlar kadar garipti.


Pencereden içeri dolan esintiyle ürperdi. Rüzgarın hangi coğrafyadan geldiğini, önüne katıp sürüklediği hayatları merak etti. Kim bilir içinde kimlerin hikayesini barındırıyordu. Her nefes alışında aslında başka bedenden firar eden silik bir ruhu soluyordu. Onun ruhunu kimin soluduğunu merak etti. Bunca yaşanmışlığı hazmedememiş bir ruhu soluduğu için onun adına üzüldü. Ciğerlerine hüzün dolmasıyla eş zamanlı gözleri de dolmuştu. Uyuma isteği zapt edilemeyecek hale gelmişti. Dışarıda o kadar çok masal vardı ki hepsini düşünmek düşüncesi, uyumasına izin vermiyordu. Bütün masalları iyi sonla bitirmek istiyordu. Kendi mutsuz sonuyla bir şekilde baş edebilirdi. Bir kere alışmıştı çok şeylerle başa çıkmaya. Ama nasıl denir, yani sanki diğerleri yapamazdı. Sanki o duvarın altından çıkamazdı onlar ama o tek başına o duvarı sırtlanabilirdi. O duvarın altında ezilse bile bununla da idare edebilirdi. Başka bir zihnin yükünü hafifletmek düşüncesi bile kendisini hafifletirdi. Fakat düşünceleri ağırlaştıkça kuş tüyü kadar hafif yorganın altında cenin pozisyonu aldı. Gözlerini kırpmamaya çalıştı. Yastığın ıslak olmasını da sevmezdi.


Herkesi hafifletmek isterken kendi duvarlarının altında ilmek ilmek ezildiğinin, hissetmemek için günlerdir kendini uyumaya zorladığının farkına vardığında ne kadar güçsüz ve bu koca evrende ne kadar yalnız olduğunu yeniden kavradı. O hissettiği, inandığı gibi güçlü biri değildi. Bu son gerçekle yüzleşmek ona hayli ağır gelirken bu kez göz kapakları kendi güçsüzlüğünü taşıyamadı. Göz pınarından dudaklarına koca bir damla süzülürken üst kirpikleri, alt kirpiklerini yeniden kavradı. Hapsolduğu Turgut Uyar dizelerinin yeniden zihninin koridorlarında dolaşmasına izin verdi:


"Çekemezsin bir yere sineden başka.

Biliyorum günler hep böyle geçecek.

Ne akşamleyin komşu, ne bir akraba,

Ne bir dost, oturup karşılıklı içecek...


Yalnızlık sade şurda burda değil,

Düşüncede, hatırada ve dilekte.

Hangi taşı kaldırsan, nerde 'of!' çeksen,

Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte...


Bilmem rengi nasıldır, boyu ne kadar.

Biçen her kimse yıllardır yanlış biçiyor.

Bir elbise ki, alabildiğine dar...


Nedir bir türlü sırrını anlamadık,

Kimdir bizimle böyle şaka ediyor,

Hangi cebini karıştırsan yalnızlık..."