‘İnsan düş kurarken bir tanrı, düşünürken ise bir dilencidir.’

                                     -Hölderlin


Pencereden bakıyorum. Yağmur, tane tane vuruyor camlarıma. Bunu, hayli sıradan bir cümle olarak kurabilirim, ama bugün bunu başaramıyorum. Sıradan bir doğa olayının sıra dışı bir tabloya dönüştüğü noktadayım. Günlerdir kıçı kırık bir dergiye öykü yetiştirmek meşguliyetindeyim. Sağdan soldan hikayeler topluyorum kafamda. Bazen el ele yürüyen basit bir yaşlı çifte bakıyorum, bazen sevişen iki sokak kedisine. Bazen parkta oynayan çocuklara ve bazen de o çocukları izleyen bankta yalnız oturan adama. Hiçbir şey ilham vermiyor. Çünkü aşık oldum ve henüz on dokuz yaşımda.


Sanki aşık olursam hayatımın sonu gelecekmiş gibi köşe bucak kaçtım bu duygudan. Lisede tek bir erkeğin bile benimle samimi olmasına, bana yakınlık göstermesine müsade vermedim. İnanmazdım da zaten aşka. Ama üniversiteye geçince daha doğrusu onu görünce işler biraz değişti. Kendimi bir anda derin bir çukura düşmüş buldum. Hayatım boyunca sağdan soldan topladığım hikayeler üzerine düşler kurarak daha güvenli bir ortamda -aklımın içinde- aşk ve sevgi gibi basit düzey insan ihtiyaçlarımı karşılayabileceğimi sanıyordum. Ama sonraki kelimenin kaderi kimin elinde öğrendim. Yaşamak gibi düşlemek de boyun eğmekmiş. O halde düştüğünü hatırlamakla yetinecekmiş insan. Çünkü çukur bizi hep unuturmuş.


Hatırlıyorum işte. En zoru da bu ya. Mesela seninle Hisarüstü’nde yürüdüğümüz o geceyi hatırlıyorum. Yerde gördüğün çocuk atkısını üstüne basmasınlar diye kaldırıp bir bankın üstüne koydun. Belki sahibi olan ‘çocuk’ döner alır diye. ‘Çocuk atkısı olmasa almazdım’ dedin. O anlarda bu dünyada ‘sevmek’ denen eylemi en iyi yapan kişi olduğunu düşündüm. Yine o anlarda sevmek denen eylemin en güzel de sana yakışacağını düşündüm. Basit çocuksu hallerin, kaldırım kenarında yürürken ‘dikkat et düşeceksin’ derkenki endişeli sesin, bana yalanlar söylerken suratının aldığı o masum ifade… Hepsini hatırlıyorum işte. 


Sana aşık olmak fikrinin başından beri yanlış olduğunu da biliyordum. Söylediğin her şeyin koca bir yalandan ibaret olduğunu öğrendiğimde bu düşüncem yerini buldu fakat ben bu şekilde vazgeçmek istemedim ki senden. Ben, beni sevmeyeceğinin bilincinde, bu aşkın karşılık bulamayacağını kabul ederek yavaş yavaş vazgeçecektim senden. Beni bir yalanda yaşattığını nereden bilebilirdim. 


Babam anneme yalanlar söylemeye başladığından beri inanmadım hiçbir erkeğe. Başından beri lafı dolandırsam da asıl sebebi bu sürekli aşktan kaçmamın. Gözümü açtığımda gördüğüm ilk erkeğin yalan kavramını bana öğretmesi, kalan yaşamıma güven problemleriyle devam etmemi sağladı. Annemin de göz göre o yalanlara inanmasına içten içe sinirlendim ve asla hiçbir erkeğe inanıp kalbimi kırmasına izin vermeyeceğime dair kendime söz verdim. Sonra tuttum inanmak için seni seçtim. İyi de bir bok yedim.


Kaç kere yazdım. Önce inanmak terk ediyor bizi, sonra sevmek. Koruyoruz, çatırdıyoruz. Ne görmüş geçirmiş bir yaprak gibi romantik düşmemiz, ne kesilen bir ağaç gibi heybetli. Öyle uyuzlaşarak, kaşınarak, kendi seçimlerimizin yükünde ezilerek, pişmanlık gibi yani telafisi mümkün olmadan düşüyoruz. Düşmek ve üşümek ömrün nehirleri oluyor. Geri kalan her şeyi üstünde taşıyoruz. Bıraksam yükünü çocukluğumun ben de kuş gibi uçabilirdim. Kim bilir. Ya da belki de bundan daha derininde durmuş bir toprak olup biri üstüme bassın diye Allah’a dua ederdim. 


Acının büyüğü yaşandığı anda acıtmayanından çıkıyor, biliyorum. Sana aşık olmadan önce ve yine eğer sana aşık olmasaydım senden sonra da kendime böyle güzel acılar bulurdum sağdan soldan. Onları yazardım şehvetle, anlatırdım, inanırdım, inandırırdım. Bu kadar korkmasaydım, tekrar aşık olmaktan. Diriltirdim geçen zamanları, mutluyu mutsuz, şanslıyı şanssız yapardım. Gelecek tanrınınsa geçmiş insanınmış, anlardım. Hiç değilse bir yanını tutmak mümkün olsa zamanın, böyle elimde bilet dünyanın kapısında kalmazdım.


Haddinden fazla duygusal görünmeyi her ne kadar kabul etmesem de, beni böyle biri olarak görmeni göze alarak sana defalarca aşktan bahsettim. Çünkü birine, kendi benliğinin dip sularını karıştıracak kadar sevgi duymak insanın algılarını açıyor. Dinamitlenen bir mağara duvarının yıkılışı gibi açılan kocaman oyuklara yeryüzü ve gökyüzü doluyor. On dokuz yaşında biri için, dinamitlenmek hem korku hem de umut getiriyor insana. Ya da yirmi dokuz, otuz dokuz, kırk dokuz… Fark etmez. Yetişkinsindir artık, artık dünya hallerinden haberin vardır. Orhan Veli’nin deyimiyle büyümüş, işsiz kalmış, aç kalmış, para kazanman gerekmiştir ve insanların içine girip, insanları görmüşsündür. Karşı binanın bacasında dikilen martıya bakınca, kuş türlerinin serüveni düşer aklına. Bilgin vardır gelene, gidene ve gelmeyecek olanlara dair hayatta… Kalbininin, seni durmadan kandırmaya çalışan bir soytarıdan ibaret olduğunu bilirsin. En büyük kararlarda ona güvenmemen gerektiğini ve seni huzursuz eden bıçakların ne olduğunu ona sormanın hata olacağını bilirsin. Bu yaşa kadar kirler ve kodlamalarla dolu olan kalbin, sadece kendi mevcut halini korumaya çalışan ve elinden gelse seni kuru kuru yaşatıp gebertecek kadar bencildir. Bunu bilirsin. 


Bir rüzgara baktığında zihnin, bunun küçücük ve klişe bir doğa olayı olduğunu söyler. Oysa on dokuz yaşında ve aşıksan, rüzgar duştan çıkmış sıcacık bedenlerle ısınan, sonra da balkona asılan bir çift havluyu üşütmektedir. Odanın penceresinden izlediğin bu birkaç saniyenin sana bunları hissettirmesi için bedel ödemek zorundasın. Tıpkı benim gibi. Ama şiddetle tavsiye ederim.Yoksa hayatın dedikodulardan, anlattığın yalanlardan, fiş ve faturalardan, her gün yeniden başlayıp gün sonunda mutsuzluk içinde kaybedeceğin yarışlardan ibaret olur. Hayata karşı aşk duymazsan, hayatın sana dair bir şey olmaktan çıkar. Rüzgar sadece rüzgara dönüşür.


Bir çizgi film karakteri olan Cedric her bölüm şöyle der; ‘’sekiz yaşındaysanız ve aşıksanız hayat çok güzel.’’ Hölderlin ise şu cümleyi yazmıştır; ‘’Çocuk, barış durumundadır. Kendi karşısına kendi düşmanı olarak çıkmamıştır daha.’’ 19 yaşındaysan ve aşk duyabiliyorsan, hem Cedric’i anlarsın hem de Hölderlin’i…