İnsanları inceliyordu. Her hareketlerine, her mimiklerine, kahkahalarına, hüzünlerine, olaylara verdikleri tepkilere dikkat kesiliyordu. Dışarıdan bakıldığında sapık damgası yiyebilirdi ki ilk defa fark ettiğimde ben bile sapık damgasını yapıştırmıştım ona. Anlaşılan merak ediyordu insan denilen muammayı. İnsan dünyanın en zor bilmecesiydi ona göre. İnsan başlı başına bir kaostu. Sanki insanlık, insan olmayı unutmuş gibiydi. Robotlardan tek farkımız insanlar olarak duygularımızdı lakin bu düzen bu çağ kahrolsun, duygularımızı köreltiyor, belki de bazı duygularımızı kimimizin ölmüştür bile. Hissizleştik artık, yaşadığımız olaylara nasıl tepkiler vereceğimizi bilemez olduk. Ona göre böyleydi insanlar, “duygusal robotlar” diye tanımlıyordu insanları.

Çağın hastalığı diye düşünüyordu farklı olma çabasını insanların. Kimi vardı ki mutlu olmasına rağmen durduk yere hiçbir sebebi yokken sanki depresyona girmiş gibi hallere bürünüyordu sosyal ortamı içinde? Kimi anlık zevklerle kendini mutlu ettiğini zannediyordu. Kimileri yarın olmayacakmışçasına yaşıyordu bugünü. Kimileri vardı ki bir ideolojiyi ya da bir siyasi partiyi sahiplenip, holiganca savununca kendini kanıtladığını ya da bir şeyler başardığını düşünerek tatmin ediyordu kendini ne yazık ki. Bütün insanlar sanki neyi, neden yaptıklarını bilmiyor, şuurlarını kaybetmiş gibi yaşıyordu. Kafalarına bir kurşun sıkmışlar da düşüncelerini yok etmişler, kafalarının düşünme yetisini öldürmüşler gibi budalaca yaşıyorlardı hayatlarını. Ah bu insanlar! Arapça'da 'unutan' demek bu arada insan, yani bu cümleyi okurken bunu niye yazdın diyebilirsin. Bilmiyorum sevgili okur, sanırım ben de diğer insanlar gibi beynime sıkan tarafa doğru gidiyorum. Budalalık hastalığının başlangıç evrensinde de olabilirim.

Bu insanları gözlemleyen zat-ı muhteremin ise tek yaptığı ölümü düşünmek. Onun kalbi bir zamanlar sevdiği ve o zamanlar kendisini sevdiklerini düşündüğü insanların mezarlarıyla doluydu. Aklı ise kalbine gömdüğü bu insanların hatıralarının çöplüğüydü. Kafasının içi kıyamet gibiydi. Kin ve yastan ibaretti artık o. Onun laneti buydu işte. Geçmişle hesaplaşmaktan ve geleceği tasarlamaktan anı yaşayamıyordu artık. Kafasının içinde ecelle yarı dost yarı düşman yaşıyordu işte. Çünkü ona göre ölümle yüzleşmeyen her insan eksiktir. Ölümün bir gerçek olduğunu kabullenmeyen her insan ona göre yarımdır. Bir gün bu hayatın sonlanacağını bilmeyen ya da bir gün öleceğini görmezden gelen her insan zalimleşir hatta bir diktatöre dönüşür çünkü bu hayatı sonsuza dek yaşayacağını düşünen biri kolay kalp kırar, herkese ve her şeye sahip olma arzusu ve hırsıyla her önüne geleni ezer geçer. Böyle kimselerin bugün ağlattığı insanların gözyaşları yarın öbür gün kabrinde yetişecek olan çiçeklere can suyu olur ancak. Hani derler ya bugün yediğin hurmalar yarın tırmalar hesabı anlayacağın.

Ölüm onun psikoloğuydu. Ölümü düşünerek olgunlaşıyordu sanki. Orta Çağ'da yaşamış bir kimse olsaydı kesin ermişlerden olduğu söylenir, onun adına efsaneler çıkardı Anadolu’da. Ölüm bir nevi uyuşturucu gibiydi çünkü düşündükçe ölümü, zaman hükümsüzdü onun için, insanlar kayboluyordu, yok oluyordu bir anda. Koca kainatta o ve ölüm baş başa kalıyorlardı. İsmet Özel’in dediği cümle eksikti hani diyor ya “Yaşamak Umrumdadır” adlı şiirinde: “Beynimde hep manalı bir uçurum” o bu cümleyi şöyle değiştiriyordu kendi kendine: “Beynimde hep manalı bir tabut.” Tabutunu kafasının içinde taşıyordu sanki. Dedim ya, Orta Çağ'da yaşayan bir kimse olsaymış kesin ermişlerden olduğu düşünülür, keramet gösterdi diye efsane çıkarırlarmış onun için. Neyse onu anlatacak kadar gücüm kalmadı. Yoruldum onu anlatırken ölümü düşünmekten. Sanırım bu yazıyı ancak bir şiirle bitirip susmanın zamanı geldi.

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm. Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”