“Çünkü senin mektuplarına ne kadar ihtiyacım olduğunu zannederim söylemiştim. Ankara’ya gelmemin bazı şartlara bağlı olduğunu yazmakla acaba seni müşkül vaziyette (zor durumda) mı bıraktım? Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum… Bu mektubumu aldığın vakit her halde cevap ver Nahit. Birkaç şey olsun söyle. İstersen bana darıl. Eskisi gibi sitemlerde bulun. Sesini duymuş gibi olayım. Senden cevap almadıkça hiçbir şey yazmayacağım. Daha doğrusu yazamayacağım. Çünkü içimdekilerden başka hayatım yok.”


"Bu teessürüm (üzüntüm) de her şeye rağmen, her şeyden ziyade de senden hiçbir şey beklememeye karar vermiş olmama rağmen, senden geliyor. Daha açık söyleyeyim, senden ayrılmış olmamdan geliyor. Ankara’dan ayrılmanın verdiği hüzün bu sefer de Ankara’ya bir an evvel dönebilmek gayretine inkılap etti (dönüştü). Burada daha hiçbir yeri görmedim. Görmek de istemiyorum. Şehir, çamurlu sokaklarıyla, bulutlu tatsız havasıyla, bana dünyadaki şehirlerin en çirkiniymiş gibi geliyor. Hiçbir şey düşünmeden oturup çalışacağım. Elimdeki işi bitirip parasını alınca da doğru oraya geleceğim.”


“Hani sen ara sıra bana Ankara’ya gelip gelmeyeceğimi sorarsın. Benim hiçbir zaman maddi imkânlarım seninki kadar müsait olmayacaktır. Vaziyetimizi buna göre düşün. Demek bundan sonra yapabileceğimiz tek iş ilânihaye (sonuna kadar) birbirinden ayrı yaşamaya mahkûm iki insan gibi mektuplaşmak! Ferhat gibi bir kazmaya ihtiyacım olacak demektir.”


“… Ama vaziyetimi bir düşün. İki günden beri yağan yağmura ve soğuğa rağmen üstümde beyaz bir ceket var. Pabucum (ayakkabım) yok, gömleğim yok, kravatım yok, pardösüm yok. Bu kıyafetle Ankara’ya gelebilir miyim? Gerçi senin yanında olmadığım zamanlar sokağa çıkmam. Fakat hiç kimseye görünmeden Ankara’ya kadar gidip gelebilecek miyim?”