İstisnasız her akşam açılır evimizde televizyon. İstinasız her akşam izlemek zorunda kalırız babamın izlediği kanalları. Çekirdek aile içinde yer alanlar bilir bu dumu. Bu tarz ailelerin evlerinde kumanda-kumandan ilişkisi nettir. Babam özellikle evinde net bir adam. Adeta hiçbir kalesi zapt edilmemiş bir kumandan. Elinde kumanda olunca muhafazakar seçmeni etkilemeye çalışan merkez sağ parti lideri gibi davranan babam evimizde oluşması muhtemel bir beka sorununu önlemek için hemen karar verir, herhangi bir siyaset programı açar. Biz de huzurlu ve gayet sessiz bir şekilde eşlik ederiz belli bir süre bu programa. Çünkü demokrasinin sağduyusu bunu gerektirir ben, annem ve kardeşim için. Babam için demokrasinin sağduyusu gerekmez. O demokrasinin kendisi ya da demokritosun kılıcıdır.


Herhangi bir kanalın herhangi bir siyaset programında bir konu üzerine tartışan insanlar babamla aynı düşüncede değilse okkalı bir şekilde kulakları çınlatılır. Aynı düşüncede olanlara ise gıpta edilir, huşu ile bakılır. Ben sevmem bu programları. Birincisi kimse net değil. Herkesin fikri beş dakika sonra gelen bir mesajla değişebiliyor gibime geliyor. İkincisi içinde olmadıktan sonra izlesem ne değişecek. Ayrıca diyelim ki içindeyim. Bu neyi değiştirecek? Bir kısır döngünün içindeyiz. Seçimlerde seçiyoruz işte bizi temsil etmesini istediklerimizi. Onlar da kimi zaman tivitler atıyorlar, kimi zaman da uyuyakalıyorlar yumuşak meclis koltuklarında. Bu sebeple ben bu minik aile kumpanyasına biraz eşlik ettikten sonra odama çekilirim. Orası daha rahat gelir bana. Orada daha çok düşünür daha çok huzur bulurum. Hem bir Arşimet yasası vardır.

“Bazı insanlar diğer bazı insanlar onlara ulaşmasın diye duvar örerler.”


Şimdi diyebilirsiniz ki söylemesi dile kolay. Arşimet zamanında kaç insan vardı? Gelsin bir de şimdi örsün o duvarı. İnstagramda örülen duvar tivitırda çıkar karşına. Devir bağlantı devri. Bu yüzden herkesi dinlemeli. Netliğe son. Politik doğruculuk tavan yapmış durumda. Haklısınız. Bence de herkes kendi içinde net bu zamanda. Siyasette, sporda hatta sanatta net olmak namümkün ortamlarda. Oysa netlikle ilgili güzel hikayeler de vardır edebiyatımızda. Mesela bu toprakların yetiştirdiği önemli şairlerden Can Yücel birine faşist dediği için ve babanın faşist olarak nitelendirdiği şahıs da bu duruma alındığı için hakim karşısına çıkar. Hakim Can Baba’ya “Niye faşist dedin bu adama?” diye bir soru yöneltir. Can Yücel de durur mu yapıştırır cevabı:

“Bizim köyde göte göt denir hakim bey!”

Bu cümle karşısında hakim dumura uğramıştır muhtemelen. Can Baba’nın cezası ne olmuştur bilmiyorum ama hak da vermiştir içten içe hakim. Çünkü hayatta öyle anlar vardır ki bazen düz konuşmanız gerekir. Her şeyin bulanıklaştığı, belirsizleştiği, kötülerle iyilerin iç içe geçtiği, otçullarla etçillerin ayırt edilemediği bir ortamda dümdüz konuşarak belli edersiniz kendinizi, renginizi ve hatta veganlığınızı. Ayrıca ne yapsın Can Yücel de yılların tecrübesi. Göt gibi gelmiştir adam ve göt olmuştur bir şair tarafından. Bunda bir mesele yok. Mesele şu herkes Can Yücel değil ki lafı gediğine koysun.


Netlik dediğimiz olayın da bir kullanım kılavuzu yoktur. Bu yüzden her mizaca uygun olmasa da yakışana yakışıyor. Geçen günlerde bizzat içinde bulunduğum durum bana netliğin resmini çizdirmedi ama tasvir ettirdi. İki elim iki cebimde herhangi bir halk meydanında geziyordum ve ‘su florludur dokunmayınız.’ yazılı havuza kafasını sokup sokup çıkarıyordu çocuk. Kafasını her çıkardığında da elini önce yüzüne sonra saçlarına götürüp şekil veriyor, kendini silkeliyor sonra biraz ötedeki bankta oturan babasına eksik türkçe bilgisiyle “babba duuu” diyerek sesleniyor ve el sallıyordu. Adını görmedğim bir gazetenin en arka sayfasını okuyan kırklı yaşlarının başındaki baba, çocuk her seslendiğinde zoraki gülümsemesiyle gazeteyi buruşturarak bir kenara bırakıyor ve “aferin aslan oğlum böyle devam et” diyerek çocuğu florlu su için daha da şevke getiriyordu. Babasından aldığı bu takdiri alnıyormuşcasına gerim gerim gerinen çocuk daha çok sokuyordu kafasını florlu suya. Ve babası gazetenin buruşturduğu sayfalarını iki eliyle düzeltiyor ve keyfi yerinde devam ediyordu okumaya. Bu kısır döngü belli ki böyle gelmiş böyle devam ediyorken tamamen vicdani duygularımla hareket ederek babanın yanına gittim. Havuzu işaret ederek ‘’Beyefendi su florludur yazıyor,sanırım görmediniz. çocuğa bir şey olmasın.” dedim. Suratıma bakmadan “Gördüm kardeşim, doktor tavsiyesi.” dedi babası.

-İyi ama bu nasıl doktor? Doktor olduğuna emin misiniz?

-Sen benim onun babası olduğuna emin misin?

-Evet, çocuk size baba diyor

-Ben de yani şimdi sana lavuk desem, lavuk mu olucan?

-Haklsınız.

Ağzıma yığılan birkaç kuple küfürü yutup sessizliği tercih ederek tırıs tırıs ilerledim. Neticede ben lavuk değildim. Adam haklıydı. Ayrıca her ne kadar sessiz kalmak sizi korkak gibi gösterse de elinize bir tuzluk alıp ona derdinizi anlatmaktan daha basitti. Ve kırıcı olan her şey daha net, daha gerçektir. Orta sınıf bir bireyin netliği ise bazen sizi üzer. Fakat asıl soru şu net olmanın yıkıcılığı mı daha iyi görünür yoksa yalan rüzgarlarının savurduğu saçınız mı? Ya da zapt edilmiyormuş gibi görünen aslında kağıttan yapılma bir kalenin kumandanı olmak mı? Kaybetmenin keyfini doyasıya yaşayan bir askerin ölmeden önceki o son gülüşü mü? Hangisi flu hangisi nettir? Ve hangisi size daha iyi gelir? Düşünmek de seçim de sizin.