Yeni yıla az zaman kala Bahariye, sanki üstüne düşen misyonun farkındaymış gibi ışıl ışıl, güler yüzlü ve samimi. Tanıdık yüzler, aşina insanlar, cazip bakış ve tebessümler… İnceliklerin sanki yok olmadığı, hödüklerin hafta sonları şehri işgal etmediği bir andayım. Bilindik bir Fikret Kızılok şarkısı söylüyor gitarist çocuk. Yanındaki kemani ve hoş kadın gözü kapalı eşlik ediyor ona. Mağazalar Aralık sonuna yaraşır bir şekilde aydınlatılmış, herkes birbirine yol vererek yürüyor kaldırımlarda. Moda’ya doğru uzanan tramvay şimdi önümden geçiyor. Gürültüsüz, tatlı kıkırdamaların olduğu bir Bahariye akşamı bugün. Küçük bir kız çocuğu, annesinin elini bırakıp dans ederek geçiyor kaldırımları. Arkasından koşuyor Jack Russell.


Ana – baba – çocuktan oluşan bir çekirdek aile geride bırakıyor beni. Ellerinde yılbaşı hediye torbaları. Kahve çektirdiğim mekânın kaldırım üstü bankına oturuyorum. Birazdan Zeki Demirkubuz’un Hayat’ını izleyeceğim. Bir kadın yürüyor elinde çiçekle. Yüzünde imrenilecek, insanı merakta bırakan bir tebessümle. Görmüyor kimseyi. Karşımdaki kafenin köşesinde bir başka kadın ayakta ve kitabını okuyor. Bakışıyoruz. Bir âna ait olduğunu anlıyoruz. Aynı macerayı yaşadığımızı biliyormuşçasına gülümseyip birbirimize doğru başımızı eğiyoruz. Kim söyleyebilir tanışmadığımızı? İkimiz de yolumuza koyuluyoruz bir daha. O okuyor, ben yazıyorum. Bahariye bu akşam bir yaz esintisinin etkisi altında. Sanki biraz arkada bakir bir Akdeniz koyu saklı. Birazdan oraya gideceğiz. “Ben çok iyi yüzemem ki. Nefesim kesilir,” diyorum kitapçı kıza. “Ben sana bir kayık yaparım. Beraber bineriz yorulduğumuzda.” diyor. “Yalnız dikkat et! Benim her an kayıktan atlayasım gelebilir,” diyorum. Belli mi olur? “Can yeleğin var mı?” diyor bu sefer.

 

-       Hayır. Onun ne olduğunu dahi bilmiyorum. Hem çok iyi yüzerim ben. Can yeleğine hiç ihtiyaç duymadım.

-       O zaman kıyıdan iyiden iyiye ayrılabiliriz… Biraz daha derine gitmek ister misin?

-       Ya diğer insanlar?

-       Onlar dönüş yolunu biliyorlar ve çok açılmazlar.

 

Kitabın orta sayfasından bir şeyler okumaya başlıyor birden. “Eve dönmek istemiyorum. Tüm ışığımı sakınmadan harcamak ve son nefesimi böyle vermek istiyorum. Sığ sulardan ıramak, kulaç atacak halim kalmayana dek yüzmek istiyorum. Denizin altındaki hazineleri görmek, onlara uzaktan bakıp selam vermek istiyorum. Belki işte o zaman, yalnızca o zaman, gün geldiğinde iskeleye demirlemenin bir anlamı olur.” Artık vedalaşıyor kitabıyla. Fırlatıp denize, çekiyor kürekleri daha derine gidene dek. “Vaktidir,” deyip atlıyor. “Aynı noktadan ama birbirimize otuz derece açı ile ileri doğru yüzeceğiz bundan sonra. Yeterince çok kulaç atarsak başladığımız noktaya dönebiliriz belki.”


Yanağıma bir buse kondurup yüzmeye başlıyor soluksuzca. Köşedeki kafeye kadar yüzmeyi başarıyor kitapçı kız. Ben de peşi sıra banka oturuyorum. Birbirimizi anlıyormuşçasına gülümseyip başımızı eğiyoruz saygıyla. Moda’ya doğru kulaç devam ediyor. Ben sinemaya doğru yüzüyorum sırt üstü. Biletimin üzerindeki harfler ve rakamlar siliniyor domuzuna. Mürekkep karışıyor birbirine. Mürekkebin rastlantısal dağınıklığı, bugün Bahariye’deki bir anı görselleştiriyor. O an ne? Söylemiyor, çıt yok. Denese de kekeliyor en fazla. Dil engeline takılmış bir hakikat var orada. Ne kadar zorlarsa zorlasın sadece kekeleyebiliyor. Varlığın tüm olanaklarını kullansa da sadece kekeleyebiliyor. Konuşsa bu kadar çok şey anlamazdım belki. Hiç lakırtı söyleyemese de şakıyacak birazdan. Tüm bu olanlar bittiğinde belki yandan çarklının birine dönüşecek ama şimdi, şimdi mürekkeplerin rastlantısal dağınıklığındaki görsel ile ilgili bana bir şeyler söylemeye çalışıyor. O an ne? Bilmiyorum. Ama bu âna aitlik hiç olmadığı kadar güzel hissettiriyor.