Öncelikle bu uzun yazıyı okumaya üşeniyorsanız kanalımda konuyla alakalı video hazırladım buyurun buradan tıklayabilirsiniz. https://youtu.be/Yco9yqaO2jE




1984 romanını nerdeyse herkes biliyor artık. George Orwel'in bu romanı distopyanın şaheserlerinden sayılır ve ben bu eseri onun hocasının (Aldous Huxley'in) Cesur Yeni Dünya'sı ile kıyaslayacağım. İki roman da beyaz perdeye aktarıldı biri dizi (Cesur Yeni dünya) diğeri film olarak. 1984 filminde kahramanımızın mesai arkadaşı Syme diye bir karakter vardır, bu arkadaş daha sonra yok edilecektir fakat dil hakkında da romanın kurgusu açısından da mühim bir iki şey söylemiştir. Filmde bunu özetle şöyle dile getirmişti "Dil gırtlaktan gelir, zihinden değil". Kelimelerin nereden geldiği meselesine böylesi bir yaklaşım esasında dili olabildiğine bilincin alanından çıkarıp onu yalnızca duygu ve hisleri ifade eden bir araca indirgemektir. Bilinç demek kavramlar ve düşünme demekti. Düşünmek ise bir kavramı olabildiğine nesnel haline sokmaktı. Kavramların nesnelliğe yaklaşması hakikate yaklaşmak demekti. Syme sözcüklerle ilgili konuşurken çok tuhaf bir şekilde kelimeleri bir tür dataya dönüştürmek gibi bir amaçtan bahseder. Onun kafasındaki sözlük muğlaklıktan arındırılmıştır. Örneğin iyiartı veya çifteartıiyi gibi kavramlar esasen bilgisayarın kodlarındaki 0 ve 1 gibi bir dil mantığı ile nerdeyse aynıdır. Her şeyin kesin olduğu açık ve saçık hale geldiği yerde hakikatin zaten anlamı da kalmayacaktır. Romanda olabildiğine hakikatin reddi ya da partinin tahakkümü altında olduğu vurgulanmıştır. Dolayısıyla romanın ana felsefi konusu şudur: hakikat nedir? Kelimelerin yok edilerek düşünmenin engellemesi maalesef romanın felsefesinin kusurudur çünkü birincisi kelimelerin mi önce geldiği yoksa anlamların mı önce geldiği meselesi hiç tartışılmamıştır. Üstelik bir kurum insanın dilini değiştiremez kelimeler anlamlarını yitirdiği zaman ortadan kalkarlar ortadan kalktıklarında anlamları da ortadan kalkmazlar. Bir kelimenin ortadan kalkması toplumda o kelimeye ihtiyacın kalmadığı anlamına gelir. Yani önce anlamlar sonra kelimeler gelir.


Romanın ana kötü karakteri O'Brien, postmodernist bir yaklaşımla kahramanımız Wilston'u şöyle uyarmıştı "Sen gerçeğin dışarıda bir yerde olduğunu düşünüyorsun senin hastalığın bu ve biz bunu tedavi edeceğiz." Evet, gerçekten de Wilston 2x2 =4 diyebilmektir demişti özgürlüğü açıklarken. Diyebilmek. Yani Wilston özgürlük iki kere iki dörttür demedi "diyebilmektir" dedi. Dolayısıyla Wilston'un kafasındaki özgürlük anlayışı tahakküm edici ve irade kırıcı bir özgürlük anlayışı değildi. Dostoyevski'nin bu konuda iki kere iki dört ediyorsa özgür irade yoktur gibi bir söylemi vardı ki büyük yazar haklıydı. Her şey kaderin üstünde bir kader ile zaten belli ise özgür iradeden söz etmek mümkün değildi. Dolayısıyla romanın ana meselesi hakikat denilen şeyin insanın zihninin bir ürünü mü yoksa insan zihninden bağımsız bir şey mi olduğu üzerine kurulmuştur. Gerçekten de matematikle ilgili hala sürmekte olan popüler bir tartışma devam eder: matematik bir keşif midir? yoksa icat mıdır? Dolayısıyla romanda üzerinde ısrarla derinlemesine işlenen konu insanın varoluş meselesi açısından son derece de mühimdir. Eğer hakikat dışarda bir yerlerdeyse biz onu her birimiz akıl denilen araçla keşfeder bir sonuca varabiliriz ama eğer hakikat insanın zihninin ürünü ise kişiden kişiye değişebilen ve aslında yokluk şeklinde tezahür eder bir duruma indirgenir. Hemen burada araya girip romanın tahakkümcü partisinin bu iki görüşü de benimsemediğini aktarmak isterim. Çünkü parti için hakikat zaten yoktur ve birey gibi zayıf bir yaratık hakikati elinde tutamaz, hakikat partinin ortaklaşa zihnindedir parti için hakikat ne ise hakikat ona dönüşür.


Romanın atmosferine bakıldığında da zaten tüm bu hakikat meselesinin etrafını dolduracak öğelerle süslendiğini görüyoruz mesela yenisöylem ile insanların kelime dağarcığını azaltarak düşünmelerini engellemek gibi bir mesele üzerine eğilmiş partiyi görürüz. Aslında benim roman boyunca kafamı kurcalayan da temelde bu mesele olmuştur. Orwell şunu varsaymıştır; insanların kelime dağarcıkları azalırsa düşünemezler düşünemezlerse de harekete geçip sistemi yıkamazlar. Fakat bu bir taraftan da şu inanca dayanır insanın eylemleri düşüncelerine bağlıdır düşünmeyen insan eyleyemez, karşı çıkamaz. Fakat gerçekte böyle bir şey ne tarih açısından mümkündür ne hakikatte böyledir. Birincisi tarihte hiçbir toplum bilinçle, düşünerek devrim yapmış değildir, devrimler ortak duygularla (öfke, nefret) başlar. İkincisi düşünmek, akletmek bireysel bir uğraşıdır toplumsallığı ayakta tutan düşünceler değil inançlar, duygulardır yani birlikte harekete geçmek için düşünmek şart değildir. Bu hem bugün var olan siyasal partilerde hem de Orwel'in kendi "distopyasındaki" partisinde de kendini gösterir. Toplumsallık aklı kaldıramaz. Toplumlar, partiler, gruplar ussal değil uzsaldır. Uzlaşarak toplum olunur uslaşarak değil. O yüzden insanın yakın akrabaları olan maymunlarda düşünme olmamasına rağmen lideri alt etme gibi durumlar görülebilir. Kaldı ki romandaki Big Brother'e ve onun partisine tapan yani partinin istediği kişi olabilmiş tek kişi Parson bile uykusunda Big Brother'e sövmüştür, romanın en aptal karakterinin uykusunda sövmüş olması tesadüf değildir. Rüyalar bilinç dışımızı yaşadığımız yerdir. Ne zaman ki Parson uyanır bilinci ile baş başa kalır, kendisini lanetlemeye başlar. Parson iktidarın tahakküm ettiği tek roman karakteridir. Zaten romanın özüne de ters bir karakterdir. Çünkü 1984 romanında biz kötülüğün farkındayızdır onu farkedebiliyoruz. Halbuki zaten iktidar bu demek değildir ki. İktidar insanın ruhuna kadar sinen ve insanın kendisinin dahi farkında olmadığı güçtür. Dolayısıyla Parson karakteri İktidarın tam da istediği kişidir fakat roman maalesef onun üzerine değil her şeyin farkında olan Wilston'un üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Orwel'in varsayımı gerçek anlamda iktidarın gücünü değil aslında güçsüzlüğünü gösterir. İktidar görülmeyendir. İşin özü düşünmek batı toplumlarında bilhassa aydınlanma ile kutsanmış bir şeydir ve insanın iradesini düşünmeye bağlamışlardır fakat gerçekte insanlar özellikle de toplumsal meselelerde düşünmemeyi tercih ederler. Zaten romanda nefret haftaları, anma törenleri gibi "özünden vazgeçme" diye toparlayabileceğimiz arınmalar görülmektedir. Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sında da bu tür törenler vardır fakat bu daha çok toplu seks gibi "pozitif" duygularla insanlar cemaatleşir. Toplumsal istikrarı sağlamanın iki farklı yönü iki romanda net çizgilerle ayrıdır, birinde nefret öfke gibi duygular ortaya saçılırken diğer tarafta cinsellik, soma hapı alma gibi şeyler toplumsal istikrarı sağlar. İki romanda da geçmiş iktidarın tekelindedir hatta 1984 de kahramanımız Wilston'un çocukluğunu hatırlamakta zorlanması, çocukluğundan kalan şehrin yok olmuş olması bu açıdan önemlidir. İki romanda da herhangi bir yasadan söz edilmez ki 1984'in meşhur sözlerinden biri "yasadışı bir şey yoktu çünkü yasa yoktu" diye betimlemiştir ortamı.



İki romanda tipik bir özellik de kahramanların kendilerinden şüphe eder hale gelmesidir. Fakat Cesur Yeni Dünya'da bir şüphe hali yalnızca Bernard'a bulaşmıştır ki zaten bana kalırsa romanın ana kahramanı Vahşiden daha derinliklidir Bernard. İki romandaki kadın tipleri de ilginçtir. Bir tarafta kendisini cinsellikten arındırmış erkeksi kadınlar (20.yüzyıl başlarındaki kadınları hatırlatır gibi) diğerinde ise cinsellikten başka hiçbir yanı kalmamış kadın tiplemesi, ikisinin de ortak özelliği varolan düzenle ilgili herhangi bir sorgulama yapmamaları. 1984'ün Julia'sı da Cesur Yeni Dünya'nın Lenina'sı da herhangi bir sorgulama yaşamazlar. 1984'ün tahakkümcü partisinin en önemli özelliği, insanlardan oldukları gibi görünmelerini istemesidir ve bu yüzden toplum sürekli gözetim altındadırlar. Oysa bugün kimsenin insanları gözetlemeye ihtiyacı yoktur insanlar zaten kendilerini sergilemeye gönüllülerdir. İki romana da baktığımızda kahramanların kusurları vardır. Wilston'un fare korkusu ve ayağındaki çıbanı ile Bernard'ın hatalı üretim olması. Wahşiyi ben ana kahraman olarak fazla derinlikli göremedim. İki romanda da özgürlük farklı biçimlerde algılanmış birinde tamamen siyasal bir eylem olarak özgürlüğü ele alırken diğer tarafta özgürlük mutlu olmak ile bağdaşık hale gelmiştir. Özgürlük Cesur Yeni Dünya için anlamsızdır çünkü insanların "mutlu" olduğu yerde özgürlüğe ihtiyaç kalmamıştır. İki romanda da yalnızlık hoşgörülebilen bir şey değildir.


1984 romanının belki de en önemli temalarından biri Wilston'un antikacıda hiçbir işe yaramayan bir şey almasıdır çünkü 1984 atmosferi yalnızca yararlı şeylerin tüketilebilindiği bir atmosferdir fakat Cesur Yeni Dünya'da durum tam tersidir olabildiğine gereksiz tüketim övülmektedir ve insanlar öyle şartlandırılmıştır. Ayrıca Wilston'un satın aldığı şeyin şeffaf ve saydam olması da Byung Chulhan'ın Şeffaflık Toplumunu hatırlatmıyor değil. İki romanda ortam olabildiğine yapaydır ve özgürlükle bağdaşan yerler genelde doğada, eski zamanları hatırlatan yerlerde gösterilmiştir.. Julia ile Wilston doğada buluşurlar, Vahşinin doğduğu ve yaşadığı yer tamamen doğanın içindedir. Wilston karısına doğada farklı renkleri olan bir çiçeği gösterir. Bunlar özgürlük temalarının kullanıldığı yerlerdir.


İki romanda cinsellik birbirinden tamamen farklı şekilde tahakküm aracı olarak kullanılmıştır mesela 1984'de cinsellik yasaktır, tabudur hatta bu yasaklar yüzünden aşk, sevgi gibi hisler ortadan kaybolmuştur. İki insan cinsi o kadar uzaktır ki birbirlerinden, birbirlerini gördüklerinde cinsellik dışında bir şey düşünemezler. Zaten cinselliğin bastırılması toplumun daha histerik olmasını daha çalışkan olmasını sağlar. Cesur Yeni Dünya'da ise cinsellik o kadar yaygındır ki derinliği kalmamıştır. Aslında sadece cinsellik değil iki romanda da arkadaşlık denilen kavram yoktur. İnsanlar birbirlerini sürekli kontrol altında tutarlar. 1984'de korku ve nefret o kadar fazla şeye sinmiştir ki insanlar gerçekte ne hissettiklerini bilemeyecek, kendilerine yabancılaşacak duruma gelmiştirler. Öyle ki Julia karakteri nefret etmek dışında bir şey yapmaz. Yani o Wilston gibi eleştirmez o sadece nefret eder. Burada yazarın Julia gibileri sığ ve kendilerini düşünen olarak göstermesi düşünen analiz eden Wilston'un ise asıl kahraman olarak sunması yukarıda bahsettiğimiz düşünmenin kutsallaştırılması meselesi ile ilgilidir. Bu durum Wilston'un topluca halkı aşağılamasına kadar varmıştır Halkın akledemediğini dolayısıyla aklını da kaçıramayacağını romanda söyler. Fakat romanın en önemli cümlesi bana göre asla vazgeçmemek üzerine olan "Bir şeyler değişmiyor diye doğru insan olmaktan vazgeçemeyiz" gibi yerinde bir sözle bende iz bırakmasıdır.


1984'de düşüncelerin pek de bir işe yaramadığını zaten Orwel de Julia'a şunu söyleterek gösterir: Sana her şeyi söyletebilirler ama seni beni sevmediğine inandıramazlar, içine giremezler dedirtir. Fakat romanda işkenceyle bu da olur ama bunun nasıl olduğunu veya nasıl mümkün olabileceği tartışma meselesidir. Bana kalırsa Wilston Obrien'den dolayı vazgeçmiştir çünkü Wilston'un "sizi anlayabilen sizden daha zeki bir insanın bileceği bir şeyler vardır" gibi bir şüpheye düşmesi bence onu vazgeçirmiştir ama bu tamamen kişisel bir yorum olacaktır.


1984 ve Cesur Yeni Dünya'nın ortak özelliklerinden biri de şarkıların insan yapımı değil de makine yapımı olması ve bunun günümüzde de gittikçe yaygınlaşır hale gelmesidir. Ayrıca zaman kavramı 1984 romanın kırılmasının yaşadığı yerdir çünkü Wilston ile Julia bir antikacıda buluşur sevişirler ve oradaki saat 12 saattir halbuki distopyada saat 24 saattir bu saatin kafa karışıklığı ikisinin yakalanmasına sebep olur. Ayrıca zamanın bizzat düzen güçleri tarafından değiştirilmesi bence insanlık açısından en mühim olgudur ki bunu Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Ensitüsün'de çok iyi işlemiştir. Gerçekte 1955'te Atomik saatin Britanya Ulusal Fizik Laboratuvarında yapılması saatin gücünün toplumsallaşmasına vesile olması da Orwel'in romanından sonra gerçekleşti. İki romanda da Sinoskop benzetmesi yapılmıştır. Hem Cesur Yeni Dünya'da hem 1984'de bu aletin tarihin tekerrürüne ya da düzenin istikrarına gönderme olarak kullanılması ilginçtir.


Orwel de Huxley de insanın özünden vazgeçmemesi gerektiğini romanlarında işlerler fakat bu özgün ne olduğu ile ilgili herhangi bir imada da bulunmazlar bu açından iki roman da kusurludur. Yine Orwel'in romanda ettiği tuhaf bir söz vardır ki: En iyi kitaplar zaten bildiğimizi bize söyleyen kitaplar değil midir minvalinde. Fakat biz yalnızca kendimizi doğrulayarak düşünüyorsak Obrien'in suçu neydi? O da kendisini doğrulayan bir tarih yaratıp hiç kendisinden şüphe etmiyordu? Duymak istediklerimizi duymak bizi özgür yapmaz ki...


1984'de tarihle ilgili tarihin döngüsel olduğunu (tekerrür ettiğini) anlaşılabilir bir şey olduğunu yani eğer anlaşılabilir ise müdahele de edilebileceğini vurgulanmıştır. Yani Parti devleti için bir şeye eğer müdahele edilebiliyorsa o partinin istediği şekle bürünmelidir. Tarih kaderden arındırılırsa tamamen bir kurgu durumuma indirgenirse bir tahakküm aracı haline gelir. Romanda bu tehlike devamlı bir şekilde işlenmiştir. İnsanın tarihinden kader denilen olguyu çıkardığınızda elinizde totaliterlikten ve sığlıktan başka bir şey kalmayacağını göstermesi açısından bu mühim bir olgudur.


İki romanın ana karakterilerine baktığımız zaman ikisinin de sistemin istemediği şeyleri yapmışlardır biri toplum tarafından dışlanmış hatta bir tür sirk hayvanına dönüştürülmüştür(Vahşi) diğeri ise sürgün edilmiştir. Wilston'un vazgeçmesi ise bana göre romandaki en tartışılan meseledir çünkü insanların fikirlerini işkenceyle değiştirmek bana kalırsa mümkün değildir ve Wilston zaten bence kendisi kadar zeki ve kendisini yeryüzünde anlayan tek kişi olan Obrien'ın nasıl oluyor tüm bunları bilmesine rağmen yine de sistemden taraf oluyor olması karşısında kendisinden şüpheye düşmüştür. Yani bana kalırsa Wilston'un vazgeçmesinin sebebi Obrien'in kendisini şüpheye düşürmesi olmuştur.


Nihayetinde iki roman da tahakküm kurarak insanları kontrol eden bir sistem kurmuşlardır birinde sistem (1984) gözle görülür bir biçimde esasen muktedir değilken diğerinde iktidar insanların hem ruhlarına hem bedenlerine sızmıştır. Cesur Yeni Dünya'da insanların özgürlüğe dahi ihtiyacı yoktur. Her şeyin mümkün olduğu bir zamanda hiçbir şeyin anlamı da zaten kalmamıştır.