Soğuk sedyede, maviye çalan solgun bedenimle yatıyorum. Başımda iki doktor ciddiyetle işlerini yapıyorlar. "Ayaklardan başlayalım." diyor birisi, "En sıkıntılı olan kalp biliyorsun." diye ekliyor. Başlıyorlar.

"Çok yol yürümüş, çok çıkmaz sokaklar görmüş." diyor genç olan .

"Biri çağırınca hemen gitmiş. Kendisi için de, başkası için de hep koşuşturmuş. Bu kadar genç ölüp de bu kadar yol yürüyeni görmedim." diyor diğer doktor. Hayatta olsa daha da yürürdü, anatomik olarak vazgeçmeyen ayakları var diye düşünüyor. İkisi de bir anlık refleksle yüzüme bakıyorlar. Saygıyla acıma arasında bir duygu yayılıyor yüzlerine, sonra devam ediyorlar. Dizlerime geçiyorlar daha kesmeden yaralar karşılıyor onları, çocukluk yaraları gülümsetiyor.

"Belli ki çocukluğunu doyasıya yaşamış." diyor genç olan, biraz rahatlıyorlar yüzüme tekrar bakıp mutlu çocukluğumu hayal ediyorlar. Ellerim, yabancı ellere yardım etmiş, hiç karşılık görmemiş bakar bakmaz anlıyorlar. Narince, incitmeden kesmeye çalışıyorlar. Onlara kalan bu son görevde canımı acıtamayacaklarını bilmelerine rağmen kendilerince mükemmel özeni gösteriyorlar. Sıra en zoruna geliyor, kalbe...

"Kalbi kırıklarla dolu." diyor genç doktor. "Bu kadar yaşamış olması bile mucize. Bakın, hep içine kanamış, hep içine akmış."

"Tamir edilemez safhasına gelse bile pes etmemiş, bulgular bu yönde." diyor öbürü. "Sahi ölüm sebebi neydi?"

"Çok unutulmuş, onca şeye rağmen kimse hatırlamamış onu." diyor genç doktor. Haklı bir ölüm diye düşünüyor, keşke böyle olmasaydı...