Geceleyin, on birinci katın balkonundan etrafı seyrettiğinizde akan çatıyı unutursunuz. Bazı salonların ışıkları kapanır, yatmaya gidenler su içebilsin diye mutfağınki açılır, binalar size göz kırpmış gibi olurlar. Uçaklar daha çok geçer, kuşlar daha alçaktan uçar. Aşağıya bakarsanız şayet, kendinizi yere tükürmüş gibi hissedersiniz. Bazı geceler daha çok kişi sabahlar, yarın işe kalkamayacaklar. Bazı geceler herkes elektrik faturasının çok gelmesinden şikayetçi. Sonra bazı geceler buna hiç dikkat etmem. Sabahı sabah eden mükellef kahvaltı sofraları hayal ederek, kafamda dönüp duran envaiçeşit şarkıya bir çay ısmarlarım. Evdeyken genelde çay içiyorum. Okulda ya da işte kahveyi fazla abarttığımdan olabilir. Ben eve geldiğimde çoğunlukla demlenmiş oluyor, bundan dolayı da olabilir.


Ah! Az kalsın unutuyordum, bazı cümleleri düşünce akışının içinde yutuyorum. Felsefe bölümünde eğitim görmediğim zamanlarda bir reklam ajansında çalışıyorum. Büyük bir ajans, öyle büyük, öyle büyük ki eve iş getirmeyi sevmediğimden ismini kullanıp reklam yapmayacağım. Kafamda sürekli reklam metinleri yazıyorum. Balkonda çay içerken, metrobüste kavga izlerken, tuvalette, okul bahçesinde, her yerde. Eğer yolda yürürken işlek mevkide, elverişli bir bina görürsem, onun üzerine konumlanacak olan afişi tahmin etmek zorundayım. Okula erken vardığımda kütüphanede makale okuyorum, bazen makale okurken sanki reklam metni okumuş gibi oluyorum.

Milyonlarca iş görüşmesine gittim. Birçok olumlu, birçok olumsuz geri dönüş aldım. Hatta ilk mülakattan geçip sonrakinde elendiğim bile oldu. O yuvarlak masası olan toplantı salonlarında sorulan soruları duysanız, gülersiniz. “En sevdiğiniz ve en sevmediğiniz özelliğiniz nedir?”, “ Bizimle neden çalışmak istiyorsunuz?” Bu sorular, sorulmak için sorulan sorulardır. Herkes, söylemek istediği şey her ne ise, bu soruların diline çevirerek söyler. En iyi çevirmen işi kapar. Bir keresinde, bizi bir odaya toplayıp gruplara ayırdılar. Önümüze birkaç pastel boya ve üzerinde makasla kesilmesi gereken yerlerin belirtildiği bir karton koydular. Önce kartonu kestik, uzlaşacak kısımlarını yapıştırıcıyla birleştirdik. Üzerine bir de pastel boyayla renklendirdik. Artık her grubun orta büyüklükte bir kutusu olmuştu. Bizden bu kutuya hayali bir ürün yerleştirmemizi ve ürüne bir reklam metni oluşturmamızı istediler. Kutunun yani, her şey olan ama hiçbir şey olmayan, ele gelmeyen böylelikle dile de gelemeyecek olanın hikayesini yazmamızı istediler. Ben de onlara bir hikaye yazdım diğer yedi kişinin de yaptığı gibi. Süremiz dolduğunda her grubun metin yazarı, bambaşka hikayeler yazmıştı. Kutu kâh yağ oluyor, ekmeklere sürülüyor kâh kahve oluyor, sınav gecesi zinde tutuyordu. Sabun dahi olabilmişti, ne yeniyor ne içiliyordu. Fakat farklı yazılmış bu hikayelerin tek bir ortak noktası vardı, o da hepsinin ürünü satmak istiyor oluşu. Uğurlu kalemimi yanımda getirmiş olacağım ki bizim hikayemiz birinci oldu. Hikayenin eğlenceli, vurgulu ve beklentiyi karşılayan bir çıkış noktası yakaladığını öğrendiğimde dahi kutunun içinde ne olduğunu bilmiyordum. Çaktırmamak en iyisi diye düşündüm. Hayat da böyle, bilirsiniz. Çoğunlukla size bir ambalaj verirler, içinde ne olduğunu bilmeden, hayır ben bu değilim, dersiniz.


Çok konuşmasa daha katlanılabilir olacak okul arkadaşım ve onun başka bir arkadaşıyla sinema filmine gitmek için sözleştik. Film; sinemanın kan, ter, gözyaşı ile anılan çocuğu Gaspar Noe’nin filmiydi. Filmden çıktıktan sonra gözümüze sokulan onca lsd ve uyuşturucuya inat, yapabileceğimiz en iyi şeyi yapıp bira içmeye yeltendik. Güzel müzikler çalmasına rağmen konuşmaya hevesliydik, filmi sevenler ve sevmeyenler, kabul edilmiştir. Ardından hep olan şeylerden biri oldu, kim bombanın pimini çekti hatırlamıyorum. Herkes mükemmel hayatını daha mükemmel hale nasıl getireceğinin reçetesini sunmaya başladı. Her gün duyduğum bir reçete olduğu için, doktor yazısı okuyabilen eczacıları artık daha iyi anlıyorum. Birkaç dil öğrenip yüksek lisans yapma hayalleri ve yurt dışında yaşamakla taçlandırılan o kutlu hayat. Bunun aptalca olduğunu söylemiyorum ama akıllıca olmadığı da kesin. Doğrusu İsa dirilse kesinlikle bir akademisyen olurdu ve onu tekrar çarmıha gererlerdi. O gece benim pek yorum yapmamamdan işkillenen arkadaşın arkadaşı, biraz da benim anlatmamı istedi. Anlatmaya şimdi içinde bulunduğum durumdan başlamam ve bir reklam şirketinde metin yazarlığı yaptığımı söylemem, sözde dünyasını başına yıktı. Bir felsefe öğrencisi nasıl olur da bu sistemin içinde yer alabilirdi? Besbelli üzerime biçtiği kumaş bana olmamıştı. Ya içindesindir ya da büsbütün dışında. İnsanlar, sistemin içinde yeterince çok kaldıklarında artık buna alışırlar, sistemin yarattığı illüzyonları dışarısı zannederler. İçeride ne kadar çok kalırsanız, içeride olduğunuzu o kadar unutursunuz. Evden çıkmadıkça çıkası gelmemek, bir kere çıkınca eve giresi gelmemek gibi tatlı bir aşırılık hali. Evet, ben bir satıcıyım. Evimde kendim bile kullanmayacağım ürünleri satan bir pazarlamacıyım. Ben daha çok küçükken, vapura bindiğimiz vakit yunus görebildiğim ve gazoz içmek için tutturduğum kadar küçükken vapurda, bir elinde limon sıkacağı diğerinde fener “Bitti mi, tabii ki bitmedi!” diye bağıran orta yaşlı adamlar vardı. Ben onların evrimleşmiş haliyim. Bir taklacı güvercinim, bir doberman köpeğiyim. Bir kurbağa vıraklamasının Shakespeare’e nasıl evrildiğine hepimiz şahit olduk sayılır.

Başlangıçta söz vardı. Hayır, o an bunlardan hiç bahsetmedim. İnsanlar nedenini bilmediğim biçimde, soruya soruyla karşılık verildiğinde gerilirler. Ortamı germek istemesem de eğlenceli hale getirmek istiyordum. Onun planının tam olarak ne olduğunu sordum. Bana hemen aynı tornadan çıkma bir yanıt uzattı, bilim insanı olmak istiyordu. Bilimle uğraşmak isteyen biri, bilimin de bir reklam işletim sistemi olduğunu nasıl olur da bilmez? Bilim de atıf alma ve ödül motivasyonuna dayalı olarak işler ve kendi içinde yekpare bir sistem asla değildir. Ana sisteme bağlı başka bir monitördür. Görüyorsunuz ki bu sistemin içinden çıkmak öyle kolay değil. Çay bahçesinde otururken de, sinemada bilet kuyruğundayken de, aptal bir çamaşır suyu markasına reklam yazarken de, bilim yaparken de bu sistemin içindesin. İnsanlar ayrıntıları bu kadar kolay kaçırırlar. Toplumun algısını yönlendirmek, niyeti olan için çocuk oyuncağıdır. Çünkü karşıdan karşıya geçerken herkes, önce sağa sonra sola bakması gerektiğini bilir ama tekrar sağ tarafına bakmaz, bakması gerektiğini bilse de bakmaz.


Atarilerin çok meşhur olduğu dönemde bir oyun vardı, sinirlensem de oynamaktan kendimi alamazdım. Oyun basit, elindeki "joy-stick"le, ekranda bir o yana bir bu yana uçup duran kuşu vuracaksın. Süre dolduğunda hâlâ vuramadıysanız kuş uzaklara uçar, ekranın ortasında bir av köpeği belirirdi. Katıla katıla gülmeye başlar, eliyle sizi işaret edip güler, göbeğini tuta tuta güler. Yaklaşık bir dakika boyunca ekranda, aklınızla dalga geçen bir köpeği izlemek zorunda kalırdınız. İşin kötü tarafı joy-stickle kuşu vurabildiğiniz gibi köpeği vuramıyor oluşunuz. İşin şakası bir yana, sistemin bahşettiği labirentin yollarından hangisini tercih ederseniz edin, yolun sonunda size gülen bir av köpeği göreceksiniz. Ama tabii evde kendi imkanlarıyla deney yapacak olanlar ayrı, onları dışarıda tutabilirim. Fasulye çimlendirmesi veya elektrik devresi pekala yapılabilir. Bu şekilde atıf almak çok zor olsa gerek, büyük projelerde yer almak isteyeceksin. İşte o zaman, ödenek almak için bir şov yapman gerekecek. Bir reklam metni yazmalısın, oldukça etkileyici olmalı yoksa ödeneği rüyanda görürsün. Onları, "Bu yaptığım sizin de işinize yarar." diyecek bir hikaye ile kandırabilmelisin. Bu son sözlerimle, masadakiler birasından hiç konuşmadan birer fırt aldılar ve ben de yapmam gerekeni yapıp devam ettim. CV’ye yazmak için dil öğrenmeyi onayan kişilerin sözleri beni daha çok şaşırttı. CV dediğimiz şey, daha önce ürünü kullanmış ve memnun kalmış tüketicileri referans veren bir reklam metni taslağından fazlası değil günümüzde. İnsanlar... İnsanlar sürekli birbirlerini kandırıyorlar, sürekli, hatta en başta kendilerini. Kendini kandırmaktan biraz olsun vazgeçen kişi bunu rahatça görebilir. Kandırmak için daha farklı bir yol kullanmak, seni daha iyi biri yapmaz. Kaldı ki zaten iyi ya da kötü kavramlarının tanımı bile bu sisteme aitken.

Masada bir suskunluk hasıl oldu. Sanırım baş ağrılarımız ve türlü kasılmalarımız anlık da olsa dinmişti. Ya da alkol etkisini göstermeye başlamıştı, bilemiyorum. Bu konuda daha fazla konuşmadık. Suya sabuna dokunmadan eğlenmeye başladık. En son biten bardaklara bakıyorduk ki içimizden biri, sıkıldıysanız kalkalım dedi. Onu kıramadık, hesabı ödeyip Yüksek Kaldırım'da oyalandıktan sonra dağıldık.


Eve giderken yolda “sıkılmak” aklıma takılmıştı. Her anlama ne güzel eşlik ediyordu, kim bilir o masada hangi anlamında kullanılmıştı. Sıkılmak... Çağımızın vebası. Vakti olmayan hayatlarımızda sürekli sıkılıyor oluşumuz ne kadar acıklı. Hemen akla gelen o film repliği gibi: “Sıkıldım mı? Hayır hiç de sıkılmadım. Ben hiç sıkılmam. Herkesin derdi bu, herkes sıkılıyor. Doğa size açıklandı ve sıkıldınız. Yaşayan beden size açıklandı ve sıkıldınız. Evren size açıklandı ve bundan da sıkıldınız. Şimdi sadece ucuz heyecanlar istiyorsunuz, bunlardan bol bol istiyorsunuz ve yeni oldukları sürece ne kadar adi ve saçma oldukları fark etmiyor. Hakkımda ne söylersen söyle ama ben hiç de sıkılmıyorum.” Ne monolog ama! Ben de öyle, ben de hiç sıkılmıyorum. Yine sıkılmak deyince aklımda Morland’ın o meşhur sözü, ışıklı reklam tabelaları gibi yanıp sönüyor: “Tarihin böylesine can sıkıcı olması tuhafıma gidiyor çünkü çoğu uydurulmuş olmalı.” Ne büyük şaka ama, hâlâ av köpeğinin bir yerlere saklanıp bize güldüğünü düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Ne kadar çok kitap okursak okuyalım sıkılacağız ve asla bilemeyeceğimiz şeyler olacak. Hem de asla.


Eve vardığımda balkondayım, çay değil kahve içiyorum. Karşı apartmanın altıncı dairesinde oturanlar perde kullanmıyorlar. İçeride televizyon çalışıyor. Sınırların nerede başlayıp nerede bittiğine karar vermek oldukça zor. Ertesi gün, vapurla Beşiktaş’a geçiyorum. Hava hafif rüzgarlı, yine de içeriye oturmayı yaz aylarına yakıştıramadım, dışarı kaçtım. Rüzgar üç yaşındaki kardeş gibi saçlarımı dağıtıyor, kitabımı çekiştiriyor. Müzik dinlemek daha yerinde olur sandım, rastgele olsun diye karışık çal seçeneğine bastım. Pink Floyd’un "Keep Talking" şarkısı çalmaya başladı. “Neden benimle konuşmuyorsun?”, “ Benimle hiç konuşmuyorsun!” David Gilmour’u gerçekten kıskandığım bir şarkı. Bizim büyük çaresizliğimiz, daha güzel ve daha yalın anlatılamazdı. Vapurdan inip ajansa doğru yürürken, bir şey olsa ve insanlar artık hiç konuşmasa ne olurdu diye düşünüyordum ki değerli gibi olan iş arkadaşımla karşılaştık. Bütün bir yolu beraber yürüdük ve hiç konuşmadık. Böylece üzgün olduğunu şıp diye anladım.

Ajansta, reklam giderleri artmasına rağmen ciroları düşen markaların temsilcileriyle görüşerek başladım güne. Bu temsilciler böyledir, sanki başka işleri hiç yokmuş gibi hemen gelirler. Neden sorusunun cevabını, karşı tarafın bildiğine inatla inanmak isterler. İnatçı insan için önüne koyduğunuz sınırların bir anlamı yoktur, bir yolunu bulur. Süpermarketlerin giriş kapısının önünde yeterince beklerseniz çıkış yapabilirsiniz.


Eksik ya da fazladan söylenen sözler, sözlerin çağrışımları, başımın dertte olduğu daha iyi bir konu bulamadım kendime. En küçük bir ima bile, söylemek istediğinizi başka yana çekip bir çuval inciri berbat edebilir. İncir sevmeyenler muhakkak vardır. Kabuğunu soymaya üşenenlerin de olduğu gibi. İncir ağacından düşmeyi göze alacak toplayıcı olduğu sürece incir yenecek. Eve döndüğümde tek istediğim uyumaktı, ama bilgisayar oyunu oynarken pek uykunuz gelmiyor. Eğer önemli bir işim olsaydı, ağzım esnemekten ortadan ikiye ayrılırdı. Oyunun şaşkınlığıyla bu defa sadece açık kalabildi. Mutlaka duymuşsunuzdur, son zamanların en çok konuşulan oyunu. Bir pazarlama dâhisinin elinden çıkmış olduğuna inanıyorum. Çağın ruhunu çağıran bir ekip, ruhun masada gösterdiği harflerden çıkan kelimeyle oyun kurmuşlar. Oyunun adı Kutu. İlk bölümde, nerede olduğunuz belirsiz, etrafınızda gideceğiniz tek bir yol, kurcalanacak bir tek nesne yok. Çıkamadığınız delikte yapayalnız vaziyette nerede olduğunuza bir anlam vermeye çalışıyorsunuz. Akıl ve strateji oyunundan çok bir sabır testini andırıyor. Belli bir süreyi geçtikten sonra hâlâ oynuyorsanız ikinci etap açılıyor. Olduğunuz yerin bir oda olduğunu seçebiliyorsunuz artık, odanın içi bomboş, sadece tek bir kapı var, o da açılmıyor. Oyun sizi biraz da kapıyı nasıl açarım diye çıldırtıyor. Kendiliğinden açılmasını beklerken üçüncü etap başlamış oluyor. Işığın daha belirgin olmasıyla birçok eşyayı ayırt edebiliyorsunuz. Oyun hakkında beyin fırtınası yaptığım herkes, çeşitli eşyalarla kapıyı açmayı denediğini söylüyor, ama başaramamış hiçbiri. Dördüncü bölümde herkes kapıyı farklı bir yöntemle açabiliyor. Çünkü kapının açılma zamanı gelmiş oluyor. Bu sefer odanın dışına çıkmanız serbest ama o da ne? Kapının eşiğinde kocaman bir ejderha var, arada bir alev püskürtüyor. Ejderhayı nasıl öldürebileceğini düşünenler, epey zaman geçemediler bölümü. Oysa çok basit bir şekilde beşinci etap için, ejderhayı yok sayıp içinden geçebiliyorsunuz. Artık odadan çıktınız. Oyun, bu bölümde ise genişçe bir odada misafir ediyor sizi. Geçtiğiniz kapı ardınızdan kapanıyor ve bu boş odada bir sürü kısım var. Ayrılmış bu bölgelere tıklayıp anahtar bir kelime yazıyorsunuz, mesela mutfak yazdınız, anında mutfak oluyor. Fırınında kek yapmayı isteyeceğiniz kadar iyi düşünülmüş. Bütün kısımları istediğiniz gibi yönetebiliyorsunuz. Bir sonraki etapta, artık diğer oyuncularla beraber online bir chat (sanal sohbet) sistemine erişebiliyorsunuz. Oyuncuları anlaşıp odanıza alabiliyorsunuz. İleriki etaplarda bütün odaların kapısı açılıyor, sınırlar ortadan kalkıp devce bir kutu halini alıyor. Oyunun sonunda ne mi oluyor, siz kutudan çıkamıyorsunuz, oyunun bir sonu yok. İşte bu dünyada büyük ses getiren, herkesi çıldırtan, uğruna blog sayfalar açtıran oyun sizi böyle hapsediyor.


Her yerimin tutulduğunu sandalyeden kalkıp yatağa uzanınca fark edebildim, tüm gün klimaya maruz kalmaya yordum. Ama belki de koşturmaktandır. Sabahına uyandığımda, nur topu gibi ayakta atlatılacak bir hastalığım olmuştu. İlaç içmek için kahvaltı yaptım, halsizlikten çay demlemedim canım istemedi, onun yerine bardağıma su doldurdum. Zor bela ajansa vardığımda, arkadaşımı elinde kutuyla koridorda gördüm. Beni sarılıp öptü, umarım hasta olmamıştır. İşten ayrıldım dedi. Hiçbir şey diyemedim hem zaten sesim kısılmıştı. "Görüşürüz hoşça kal." diyerek gülümsedi. Sadece kafamı sallayabildim.