Küçük kız yağmurun altında elindeki mendilleri satmak için önünden her geçene yalvaran gözlerle bakıyor, cılız ve naif bir sesle "Mendil alır mısınız?" diye soruyor, gözünü bir anlığına kendisine çevirenlere hemencecik bir mendil uzatıyordu. Akşam olana kadar en azından birkaç tane satıp ekmek almak istiyordu. Annesi iki gündür hasta, bir şeyler yemesi gerekiyor. İlaç almaya parası yetmez belki ama hiç değilse taze taze, sıcacık bir somun ekmeği götürmek istiyor eve. İşte bu düşünceyle sığındığı akasya ağacının altından çıkıp daha yakından mendil uzatmaya, daha yüksek sesle bağırmaya başladı lakin bir değişiklik olmadı. İnsanlar telaş içinde koşuşturuyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Hepsi asabi, asık suratlı ve vurdumduymaz. Hiçbirini sevmiyordu. Niye sevsin ki bir tane bile mendil almaya yanaşmayan, hiç gülümsemeyen bu asık suratlı insanları? 


Az sonra yanına genç bir kadın yaklaştı. "Ne kadar fiyatı ablacığım?" diye sordu. Üzerinde beyaz bir palto, ayaklarında da siyah çizmeler vardı. Yüzü pek çirkindi ama en azından gülümsüyordu. "Bir lira tanesi." Kadın cüzdanını karıştırdı. Bütün bozuklukları verip bir tane mendil aldı. "Teşekkür ederim!" dedi kız. "Ben teşekkür ederim." deyip uzaklaştı. Hâlâ gülümsüyordu. Paraları saydı, tamı tamına iki buçuk liraydı. "İşte bir ekmek parası." diye düşündü. İçini belirsiz bir heyacan kaplamış, kıpır kıpır olmuştu. Sevinçten hoplayıp zıplamak istiyordu. Tabii bir de eve gitmek... Ama belki birkaç lira daha kazanırım umuduyla kalmaya karar verdi. Eskiden severdi ıslanmayı. Yağmur altında koşuşturur, iyice ıslanınca eve gider, sobanın o huzur dolu ateşinin sesini dinleyerek ısınır, annesinin hazırladığı çorbayı içerdi. Ta ki babası ölene kadar… Onun ölümünden sonra her şey değişti. Artık ıslanmaktan nefret ediyor çünkü evleri hep soğuk. Annesi sürekli hasta. Kendisi daima mutsuz...


Merdivenleri ağır ağır çıktı. Metroya giren insanlara çarpmamak için durmadan sağa sola dönüyordu. Herkesin acelesi var. Herkes koşuşturuyor. Sanki bir tek o sakin, bir tek onun işi yok. Doğrusu da bu ya bir işi yok. Bilmem kaçıncı kez gittiği bir iş görüşmesinden yine büyük bir umutsuzlukla evine dönüyordu. "Yaşamak neden bu kadar zor?" diye düşündü. "İnsanlar neden bu kadar acımasız? Tanrı niçin bu kadar umursamaz? Neden bütün pencereler kapalı? Ve neden şu küçük kız mendil satmak zorunda?" 


Yaprakları sararmış akasya ağacının altında mendil satmaya çalışan küçük kızı gördü. Üstü başı ıslanmış, soğuktan tir tir titreyen bu kıza nedense pek acıdı. Belki de onun çaresizliğini kendisine benzetti. Elini cüzdanına attı. Beş lirası vardı. Cebindeki bozuklukları yokladı, iki buçuk da oradan çıktı. Yarın bir iş görüşmesine daha gidecek. Beş lira yol parası. Evde ekmek yok. İki buçuk da ekmeğe... Düşündü, düşündü, düşündü... Fedakârlık yapmayı, boş vermeyi, sevgiyi, merhameti, umursamazlığı... Ve daha birçok şeyi düşündü. Defalarca ileri yürüdü emin adımlarla. Tereddüt ve üzüntüyle geri döndü her seferinde. O bir çocuktu neticede. İllaki birileri para verirdi. Cebinde parası olan birileri… Sonra karşı kaldırıma geçti istemeye istemeye. Büyük bir vicdan azabı duyuyordu şimdi ama en azından aç karnına gitmeyecekti iş görüşmesine. Bu sırada sigarasını yakmaya çalışan bir adam gördü. Bir türlü yanmıyordu çakmağı. Cebinden çakmağını çıkarıp verdi: "Buyrun!" Adam sigarasını yaktı. Yerde duran şemsiyesini sol eline aldı. Şimdi kendisinin de canı istemişti. Sormaya da çekiniyordu. Adam da sanki ona inat çektikçe çekiyordu dumanı içine. Neden sonra, "Varsa bir sigaranız... Rica etsem..." Adam hiç tereddüt etmeden iki dal sigara çıkarıp verdi. "Teşekkür ederim!" dedi adam karşıya geçmek üzereyken. 


Sigarasından hızlı hızlı birkaç nefes alıp başını çevirdi yolun karşısına. Adam küçük kızdan mendil alıyordu. Parayı verdi, mendili aldı. Birkaç adım attıktan sonra geri döndü. Şaşırmıştı bu işe. Acaba ne yapacak diye merakla beklemeye başladı. Adam bir şeyler söyleyip şemsiyesini kıza verdi. Kız pek istekli değildi ama zorla eline tutuşturdu. "Vay canına!" derken gülümsüyordu.


Küçük kız şemsiyesi elinde, koltuğunun altındaki sıcak ekmeğini gazeteye sarmış, sevinç içinde evine dönüyordu. Bugün yaşadığı olayı annesine anlatmak için sabırsızlanıyordu. Kendisine şemsiyesini veren o adamı düşünüyordu. "Demek iyi insanlar hâlâ var."


Evlerinin önü kalabalıktı. Sebebini anlayamadı. Koşarak içeri girmeye çalıştı. Kalabalığın içinden bir çift el onu yakalayıverdi. Ev sahipleri olacak mendebur karı tutmuştu onu sıkıca. Niye ağlıyordu acaba? "Annem nerede?" diye sorunca kadının ağlamaktan kızarmış yaşlı gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Öyle iki damla yaştı ki kaynağı yüreğiydi. Ta yüreğinin derinliklerinden kopup gelmişti bu iki damla yaş…


Kalabalık kendi arasında konuşuyordu:


—Zavallı kızcağız!

—Annesiz kaldı yavrucak.

—Nasıl ölmüş?

—Hastalık anam hastalık.

—Çok çekti fukara. 

—İnce hastalık mı?

—Kanser.

—Kim görmüş?

—Ev sahibi.

—Kirayı istemeye gelmiştir kesin.

—Geberesice!

—Gününü şaşırmaz valla.

—O da o paraya muhtaç anam.

—Ne yaparsın komşum, herkes ekmek derdinde.

—Ekmek de aslanın ağzında.

—Aslanlar da kafeste. Onlar da aç.

—Öyle kuzum, öyle.

—Allah rahmet eylesin!

—Amin!

—Amin!