Ne uzun bir akşamdı. Oysa akreple yelkovan hep on yedisinde birer delikanlı, her ne kadar kimi zaman bize ellerinde bastonlarıyla yürüyorlarmış gibi gelse de. Gerçekle algımızın arasındaki mesafeyi tıpkı zamanı sayılara döktüğümüz gibi ölçebilseydik aklımızı yitirirdik sanıyorum. Neyse ki akrep ve yelkovan denilen iki ihtiyar sonunda benim istediğim yerdeler, kaçmak için saatin geç olmasından daha iyi bir bahane yok. Birbirimizi çok seviyormuşuz ve iki gün görüşmesek kahrımızdan ölecekmişiz gibi vedalaşıyoruz masadakilerle. Keşke insanları okumayı öğrenmek de kitap okumayı öğrenmek gibi birkaç basamak yukarı taşısaydı bizi. Ne yazık ki öyle olmuyor, tam aksine, bunu ne kadar erken yaşta öğrenirseniz o kadar yorgun ve mutsuz biri hâline geliyorsunuz. Yine kopuyorum değil mi öyküden? Zihnimi toparlamakta hiç olmadığı kadar zorlandığım bir zamandan geçiyorum. Belki de zihnim biraz olsun susmayı öğrenene kadar bu yazma işine ara vermeliyim.
Salı akşamı her zamanki gibi Menekşe’de toplandık. Buranın müdavimi olduğumuzdan ne söylesek hep bir fazlasını getirirler masamıza. Gerçeği söylemek gerekirse, ki bence gerekir, ben bu ikramları masanın merkezinde oturan Mizgin’in güzelliğine bağlıyorum. Bu gece de tıpkı önceki gecelerde olduğu gibi herkes onun etrafında oturuyor. O her şeyin ve herkesin tam ortasında. Bütün gözler dakikada en az altı kez ona değiyor. Bu kadar çok izlenmekten sıkılmıyor mu acaba? Saydım, benim gözlerim de dakikada en az altı kez Mizgin’e uğruyor. Diğerlerini ve Mizgin’i bilmem ama ben masanın en ucundan zorlukla duyduğum sesleri birleştirip cümle hâline getirmekten, sonra da o cümlelerin kime ait olduğunu bulup kafamda konuşmaları tamamlamaktan sıkılıyorum. Menekşe her zamanki gibi oldukça gürültülü. Yine de burayı seviyoruz, en özel günlerimiz burada geçti. Bir kere bu masadaki altı kişinin altısının da en az bir kez doğum günü burada kutlanmıştır. Sonra mezuniyetimizi, kimimizin yüksek lisansa kabulünü, kimimizin kendi işini kuruşunu hep burada kutladık. Ben bir yandan kelimeleri takip edip cümle hâline getirmeye çalışırken bir yandan “sevgi” dediğimiz şeyin alışkanlıklarımızdan bağımsız olamadığı fikriyle boğuşuyorum. Bazen diyorum ki keşke güreşçi bir boğa misali yaşamaktansa Mizgin gibi oturup sadece seyredilmenin tadına varabilseydim.
Nihayet bu uzun salı akşamı sonlanıp beni azat ediyor. Metroya doğru yürürken büyük, yuvarlak ve pembe kulaklığımı takıyorum. Fark edilmekten nefret eden ve yaş aldıkça her şeyini küçültüp sadeleştiren biri olarak bir an için utanıyorum. Rastgele bir şarkı açıyorum.
Kanun mu bu yalnızlık
İçindeki yabancı
El üstünde dururken
Kuyuya düşen
Metroya bindiğimde camlara paralel dörtlü koltuklardan birine oturuyorum. Tam karşımda, ikili koltuklardan birinde bir çift oturuyor. Kadın cam kenarında, adam koridor tarafında. Birkaç dakika onları seyrettikten sonra kadının hasta olduğunu fark ediyorum. Simsiyah kaşları, uzun ve gür kirpikleri ve beyaz teniyle Mizgin’i andırıyor. Sadece karşımdaki kadının hastalıktan gözleri daha solgun ve yanakları kızarmış görünüyor. Adamın omzunda yatıyor. Adam bir elinde Vadideki Zambak’ı tutuyor, diğer elindeki merhamet kurşunlarıyla ise adeta kadının vücudundaki mikropları öldürmeye çalışıyor. Kadının başını ve saçlarını okşadıkça parmaklarından yapılma tarakla esmer saçlarını taradıkça kadın sanki iyileşiyor.
Sevgili Henriette, dedim içimden, yeryüzünde parlamış ve parlayacak aşkların en arısı senindir!*
Kadının üzerindeki açık yeşil elbise dizlerine kadar geliyor, elbisesinin üstünde soğuktan korumadığı dışarıdan bile belli olan yüzü kadar ince bir hırkayla ayaklarında parmak arası terlikler var. Ah şefkat, insanı nasıl da cesurlaştırıyorsun sen! En zayıfı seni kucakladığında kendini dünyaları kucaklayacak kadar büyük ve kuvvetli hissediyor. Ama yok, benim gibi güreşçiler şefkatten değil de doğuştan böyledir. İçgüdüsel olarak bilirler bir boğadan farksız olduklarını. Benim gibiler, masanın en ucundan kahkahaları ve kelimeleri ayırt etmeye çalışanlar, akreple yelkovanı en çok kaçma vakti geldiğinde sevenler…
Daha şimdiden her türlü sevgiden yoksun bırakılmıştım. Hiçbir şeyi sevemezdim oysa doğa seven bir yürek vermişti bana.*
Adamın saçları dağınık, üstü başı da öyle. Elinin üstünde ve kolunun bazı yerlerinde renkli renksiz dövmeler var. Arada bir kadın şefkatten bunalınca iki elini de Vadideki Zambak’a getirip kitabı okumaya devam ediyor. Sık sık alnını kaşıyor. Yeşil tişörtü ve daha koyu tonda yeşil pantolonuyla kadının serasını tamamlayan geniş gövdeli bir ağacı andırıyor. Bütün bir yol boyunca tebessümle seyrediyorum onları. Tüm güzel şeyler gibi bana bastonuyla gelen akrep ve yelkovan, onlara on yedilik bir delikanlı gibi gidiyor ve çantalarını toplayıp benden önce iniyorlar metrodan.
Hayatımdan çok memnunum
Aşk bitti, aşk aptallıktı
Bir de sigarayı bıraksam
Kimse tutamaz beni
…
Küçük şeyler sevindirir ruhumu
Hayal bile edemezdim ben bunu
Daha mutlu olamam
Daha mutlu olamam
Canhıraş çantamda anahtarlarımı ararken evde unuttuğumu hatırlıyorum. Kapının önündeki basamaklara çöküp, iç çekerek ağlamaya başlıyorum. O kadar yalnızım ki aklıma arayacak kimse gelmiyor, çilingir bile.
*Vadideki Zambak'tan
Çağla Nur Çavdar
2020-10-28T17:58:09+03:00ben de herhangi bir öyküm için bu denli ayrıntılı tekniki bir eleştiri almamıştım, çok teşekkür ederim :) ben genelde olay, zaman, mekan örgüsü ve betimleme açısından yenilikler deniyorum ama teknik açıdan da yeni bir şeyler ortaya koyabilmişim demek ki. çok mutlu oldum, teşekkürler
Berat Bahadır Seyhan
2020-10-28T17:53:00+03:00Öykünün tekniğinin hem 19.Yy'dan ögeler barındırması hem de öykünün çerçevesinin post-modern olması dolayısıyla birkaç yazım tekniğinin kullanıldığı başarılı bir öykü olmuş. Öyküde müziklere yapılan atıflarla 20.Yy'ın modern klasiklerinin tekniğini yakalamaya çalışman ve bunu da metroda kulağında kulaklık takılıymış ve çalma listendekiler rastgele, olay anında çalıyormuş gibi yansıtmaya çalışman öykünün hem bir bütün olarak kalmasını hem de yeni referans kapıları açmasından dolayı başarılı. Metroda yolculuk yaparken kadın ve adamdan Vadideki Zambak konusunda bahsedip sonrasında yavaş yavaş tekniklerini 20 ve 21. yy yaparak hem müzikler arasında hem de zamanlar arasında bir tür geçiş yapman harika. Hatta Öykünün başlangıcını da katarsak 18.Yy'ın yazım tekniklerine gidip zaman geçişlerini oradan bile başlatmak mümkün. Farklı zamanlara ait yazım tarzlarını bir arada ve birbiriyle geçişgen olarak kullanan bu kadar kısa bir öykü daha önce okumamıştım.
Çağla Nur Çavdar
2020-10-28T17:44:08+03:00teşekkür ederim kaan kaygısız.
Kaan Kaygısız
2020-10-28T17:42:35+03:00mükemmel.