İçimize kulak verecek, kendimize dönecek olursak yanmış bir orman külü, donmuş su damlası ve yeşermiş bir gül kadar ezilmiş yaralı bir bedenle karşılaşırız. Yanıldığımız zamanlar olmuştur. Yanılırız. Ve yanılmakla yanmak arasında gidip geliriz. Gidip gelme kıskacında kendimize dönüp bakacak olursak ne olursa olsun hep evlere dönmüşüzdür. Evlere dönmekle kendimize dönmeye çalışırız, evlere dönmekle kalırız. Evlere tıkılıp kalalı ise nice yıllar oldu. Bizler, yerleşik hayata geçtiğimiz günden bugüne çok zaman geçti. Tehlikelere karşı güvenlik surlarını inşa edeli, günbegün fazlalaşan soydaşlara yeni mekânlar yaratalı, doğal ortamları yapaylaştıralı çok zaman oldu. Doğallıkları yıkıp evlere, bahçelere sıkıştırmamız yeni cereyan etmiyor. Kendi kazançlarımız uğruna kan dökmemiz yeni olmuyor. Topraklarımız hâlâ kanla sulanıyor ve sulanmaktan iflas etti. Kan çanağına dönmüş gözlerimiz hâlâ kan diye bağırıyor. Bir kan doymazlığı başını almış gidiyor. Bir tüketim telaşı, doyumsuzluk hissiyatı bölünerek çoğalıyor. Bölünme korkumuz ve çoğalma sevincimizle kendimize bakmayı bilmiyoruz. Oysa aynalar niye vardı? Aynaları icat ettiğimiz günden bugüne aynalara bakmıyoruz. Aynalar ayna olarak kalmadı. Nicedir yüzümüze bakamaz olduk. Habilʼin cenazesi hâlâ yerde, bize bakıyor. Aynaya bakmamaya ant içmiş olacağız ki ruhlarımız yerde çürüyor. Çürümekle düşüncelerimiz uyuşuyor, nefes nefese kalıyor, bir koşucudan fazla efor sarf ediyor ve ölmüyoruz. Ölmüyoruz ama yaşamıyoruz da. Genç yaşta ölüp çok sonra gömülüyoruz, kokuyoruz artık. Kokacağız… Ve eğer bir gün buradan çıkabilirsek bu çıkış insanca olmalı. Bir gün buradan çıkarsak doğamızla, gerçeğimizle kol kola, baş başa verirsek, bir gün yüzümüze bakarsak bu onurluca olmalı. Kendi yüzüne bakabilmelisin, bakamamak nedir bilir misin? Yüzünde ne var da bakamıyorsun, nedir seni utandıran? Eğer kendi yüzüne bakamazsan ölmüşsündür, ölmüşsündür, ölmüşsündür. Yürekten vurulmuşsundur; onurundan, vicdanından. Eğer bir gün hâlâ yaşıyorsan, yaşamaya yüzün varsa kendine bakabilmelisin; kendi yüzüne, onuruna, vicdanına bakabilmelisin. Yüreğinden kan kaybediyorsan elini vicdanına koymalı ve çıkmalısın, yüzüne karşı hesap verebilmelisin. Nihayetinde Buket Uzuner’e kulak verecek olursak: “… Sonuçta bu dünyadan geçip giderken geride sadece şu kalır: Toprağa bir ağaç mı ektin, yoksa oradan ağaç mı söktün? Hak mı yedin, hak mı dağıttın? Gönül mü kurdun, gönülleri mi yıktın? Hayat bu kadar sade ve basittir.”