Tarihlerin, günlerin, hızla geçen mevsimlerin hiçbir öneminin olmadığı, günlük planlarımızın çizgi film seyredip doyasıya oyun oynamaktan ibaret olduğu, o ne yapsak geri getiremediğimiz çocukluğumuzu nasıl da özlüyoruz. Hayat hep bu şekilde sürecek sanıyorduk o dönemde. Sevdiklerimiz hep yanı başımızda duracak, gözyaşımız sadece düştüğümüzde akacak, arkadaşlarımızla aramız bir tek "mızıkçılık" yaptıklarında bozulacak, kaybetmenin ne demek olduğunu yalnızca oyuncağımız kırıldığında anlayacak, en büyük azarı komşunun bahçesinden meyve aşırdığımızda yiyecektik. Oysa öyle olmadı.


Önce eksildik hepimiz teker teker. Birbirimizden, kendimizden, dalında bağdaş kurduğumuz ağaçtan, okulumuzdan, belki evimizden. Bir yaz bahçeye inmeyi bıraktık mesela, fark eden olmadı. Bir kış günü kar topu o kadar da eğlenceli gelmemeye başladı, kimse anlamadı. Son kez topladık oyuncaklarımızı, annemiz son kez kızdı tabağımıza koyduğu ıspanağı yemediğimiz için. Son kez o çocuksu heyecanla çarptı kalbimiz kovalamaca oynarken ve bir gün son kez saklandık saklambaçtaki ebeden. Son bir defa ayakkabılarımızı babamız bağladı. En acısı da bu ya; bir gün son defa baktık çok sevdiğimiz, hep orada görmeye alışık olduğumuz, aksini aklımıza bile getirmediğimiz birine. Fakat bilemedik "son" olduğunu, bir şeylerin bittiğini, yittiğini...


Sonra ne mi oldu?

Büyüdük aniden. Bunun bir anda olmadığından adımız kadar eminiz ama öyle bir akmış ki önümüzde yıllar, ne algılamak mümkün olmuş ne de bir ucundan tutabilmek. Tutsak yakalanır mıydı, o da meçhul elbet.

Artık ağlamak bile farklıydı. Serbest değildi bir kere. Yeri vardı, zamanı vardı, başkaları tarafından konulmuş kuralları vardı. Gördük ki duyguları bile nereden geldiği belli olmayan kurallarla çevrelemişler. Peki insan, hissettiğine zincir vurabilir miydi sahiden? Üstelik görünmeyen yaraların acısı, alenen kanayan bir dizin acısına pek benzemiyordu. Bu kez hıçkırıkları bastırmak daha zordu ama öyle her acıdığında dökemezdin işte yaşlarını. Ağlayamadıkça da öfke doldu içimiz, bıçak gibi keskin bir öfke. Hem kendimize sapladık hem dışarıya; masumiyetin gidişine, gidenlerin geri gelmeyişine, mecburiyetlere ve galiba adını koyamadığımız daha bir sürü şeye.


Özgürce sevinebilmeyi, gülebilmeyi bile unuttuk. Ona da sınırlar çizilmiş zira. Biz bu dünyayı aslında hiç çözemedik, anlamlandıramadık. Dile getiremesek de biliyorum, hepimiz aynı cümleyi yineliyoruz içimizden: Meğer ne zormuş küçükken hayalini kurduğumuz, bir an önce ulaşmak istediğimiz o gizemli şey, büyümek!