Aslında hikaye şöyle başlıyor; Yalnızlaştırılmış ve bunu anlayamamış birisi. Yürümeye başlıyor. Emeklemeyi öğrenmeden, kucak görmeden yürümeye başlıyor. Cam kırıklıkları dolu bir patikadan, ayakkabısız yürümeye çalışıyor. Tek başına... Yalnız... Mutsuz... Ama dik. Sendelemiyor bile. Sanıyor ki böyle olması gerekiyor. Bunun adı hayat. Büyüyor; dimdik ve yıkılmaz bir dağ olmuş. Herkes hayran, herkes şehvetinde. Çünkü dimdik!!
Hissetmiyor. Hissedemiyor. Çünkü öyle olması gerekti. Ona o öğretildi. Buna hayat dedi. O hep kendi dağına tırmandı. Patika onun için hep cam kırıklarıyla dolu ve eğimliydi. Her oturup dinlenmek istediğinde birisinin köşeye bıraktığı bıçak tarafından yaralandı. Her yardım eli diye tuttuğu el bıraktı onu ve o en dibe, başladığı yere geri yuvarlandı. Vazgeçmedi. Dizleri kanadı, elleri yandı, kalbi ağrıdı ve çoğu zaman nefes alamadı ve o vazgeçmedi. Aslında hayat onun için çoğul anlamda yalnızlaştırılmış bir tekillikti.
Belki de vazgeçti. Belki de yoruldu. Hissedemeyen katılaşmış yerleri hissetsin diye açtı bazen içini. Belki de bazen gülümsedi bile. ................