Günün yitirilmiş sureti caddelere aksediyor, yorgunluktan peydahlanan bıkkın bir his, adımları hızlandırarak insan selini caddeden akıtıyordu. Gün geceye çalıyor, hayat rayında kendi oyunlarını oynuyordu, insanlarınsa yolculuk seyri devam ediyordu. Önceleri fark etmemiştim. Önceleri düşünmemiştim. İçimde bir lahza öfke uyanır, o öfkeyle kan kusardım, kustuğum kan içimdeki oylumlarda birikir, biriktikçe öfkenin bataklık karmaşasında kendi yok oluşumu yazardım. Neden sonra düşündüm. Ses ve öfke dedim, ses ve öfke yıktı her şeyi. Çocukluğum ses ve öfkeydi, çocukluktan sonraki o boşluk sessiz ve öfkesiz fakat kesif bir şeydi. Bak işte, bir adam geçiyordu önümden, kırklı yaşlarındaydı, belki de babaydı. Onun da sesi var mıydı? O da öfkeyi kuşanmış mıydı? Bir hınç vardı. Olamayana, çalınana, bırakılmayana duyulan bir öfke irini bulunmaktaydı. Cibran’ın delisini gördüm bir an için o sokaklardan birinde, “Tanrı’nın cezası haydutlar!’’ diye haykırdı. Kimse koruyamazdı onları benden başka, dedi aynı belleğin izi. Hakikatin pençesinden soluk soluğa... İrini yaratan kişinin bizatihi kendisiydi. Öfke tohumu, kötülük çiçeğinin kardeşiydi. Bir canavar yaratımı bırakılırdı, haydutlar bir şeyi muhakkak çalardı fakat canavarı kişi kendi yaratır, çalınan şeyle haydutlaşmayı yine kendi seçerdi. Caddeden akan insanların berisindeki yaratıkların da boynu büküktü. Yirmi birinci asrın canavarı, o bükülmenin sırtından yükselirdi. Yorgunluk, yemiydi. Bir sigara çıkarıp yaktım. Köşeyi dönüp meydana çıkarken küçük bir balıkçı dükkânı gördüm. Balıkların ölgün kokusunu soludum. Ölüm giysisini kuşanmış bu koku, içinde onlarca hayatı barındırıyordu; balıkçının ekmek teknesi, ona bağlı birçok yaşamın asıl merkeziydi. Yaşam, bir dizi fedakârlıklar kümesidir, dedi zihnimdeki ses. Birinin yokluğu diğerine varlık alanı sunuyor. Balığın gözlerindeki boşluğa takılı kaldım. Balıkçının varlığı aksediyordu o boşlukta, kim bilir yaşamdan ne umuyordu ve onu bu ölgün kokuyla sarmalanmaya götüren şey neydi? Denizi mi seviyordu, hayat ona başka hiçbir şey sunmamış ve o sunulmayan her şeyin bilincinden kırptığı parçalarla küçük bir balıkçı dükkânına sığınmayı mı hoş görmüştü? Onun sesi nasıldı? Onun sözünü kim çalmıştı, öfkenin kızgın demiriyle içini ne paylamıştı? Ses ve öfke dedim, ses ve öfke yıktı her şeyi.

 

Annem gözlerimin önündeydi. Onunla ömrüm boyunca hiç konuşmamıştım, sanki ondan tamamen bağımsız bir varlıktım, oysa işte annemdi. Kafka’nın babasına duyduğu o korkulu başkaldırmaya bürünmüştüm, bu gülünçtü, bak, işte kalemim diyordum ellerimde, kelimelerimi kuşanıp geldim. Hükmünün yitikliği bundandı, hükümsüzlüğüm bundan. İttiğin, göz ardı ettiğin, hoyratça hırpaladığın varlığım senden bağımsız; kelimelerden sur ördüm, sana sırtımı döndüm. Oysa yanı başında uzanıyordu sessizliğim, öfkesiyle kendi varlığını sana, senin varlığını kendisine biliyor; sivrilttiği şeye sanat diyordu. Baksaydın görürdün, baksaydın farkına varırdın fakat bakmadın. Kelimeleri kuşandıkça Kafka’nın paltosu gibi çöktüler sırtıma; surların altında yazdım kendi yıkımımın kısır döngüsünü; nasıl taşırım bu koca dünyayı, kendi yarattığım paltoyu bile taşıyamıyorken omuzlarımda? Fakat işte kelimeler vardı, cephanem tamdı. Don Kişot değildim, değirmenlerimi kendim yaratmıştım, yaratımımın bilincindeydim, savaşımın yitikliği inancımın çocukluğunda saklı değildi. Kelimelerin çokluğunda eşsiz bir dünyaya bürünmüştüm, ben orada vardım, orada tamdım. Hayat alanı kurak topraklardı, manasızlık çölüydü; benimse denizim vardı. Ne müthiş bir övünçtü! Oysa senin sessizliğinle besledim savaşımı, senin sessizliğinle dalgalandı denizim; sen sustun, mürekkebimi içime akıtarak durdun. Bense bir anlam bulmuştum. Sonra öfke yok oldu, sessiz ve öfkesiz boşluktum. Kesif ve tatsızdı. Feryat yoktu, yakarış yoktu; sadece acının gözleri vardı, dili lâldi. Sessiz ve öfkesiz, dedim meydanın köşesindeki boynu bükük sokak lambasını izlerken. Acının gözlerinden sesli ve öfkeli zamanlar akmış, bıraktığı kırmızı gözlerini denizimden esen fırtınalar kurutmuştu. Annem, boyutsuz bir ansızlıktı. Sesim oydu, öfkem bendim.

  

 Meydanda insanlar başıboş geziniyor, hiç durmadan hareket eden bir el, hayat sergisine envaiçeşit tablolar sunuyordu. Görmek isteyen için anlam her yerdeydi. Meydanın köşesindeki deli ellerindeki şekerleri insanlara uzatıyor, insanlarsa ona bakmadan araya mesafe koyup hayatlarının seyrini güvenli bölgelerine çekiyordu. Bir tek esnaftan birkaç insan deliye bakıp gülüyor, bir yakınlık duyuyordu. Bir an için yanına gitmek, uzattığı şekerden alıp konuşmak istedim. Yalnız değilsin. Deliliğin övüncü seninle, oysa delisin ve övünç ne, utanç ne bilmezsin. Dünyan sınırları olmayan başka bir kıta, havada asılı kalan bulutsun. Bütün sevilerimi kuşandım geldim, izsizliğinde hayatı seyretmeye geldim. Öfkenin çocuksuluğunda sesimi bulmaya... Deli gözden kaybolmuştu. Paltoma sarılıp durdum. Bu yığınlar nereye gidiyordu? Gidecek yerleri ne çoktu. Nasıl bulmuşlardı o kıyıları, nasıl ulaşmışlardı o ilişkiler kümesine, insanın en tabii olanağına? Sesim annemdi fakat öfkem bendim çünkü annem boyutsuz bir ansızlıktı, ‘’kurtların içtiği köpüklü şampanya damlasıydı’’. Ürperdim. Kurtlar kırmızı gözlerimden beynime doğru işgüzarca süzülüyor, beynimi kemirip gözlerimi yudumluyordu. Kalan annemin mezarıydı. Surlarımın yıkıntılarını aç kurtlar kemiriyordu. Sigara izmaritini ezip ellerimi ceplerime koydum. Ellerim titriyordu. Gözlerimdeki kurtlarla meydanı seyrediyordum. Buğuluydu fakat görmek isteyen için anlam her yerdeydi. Sesim kemirilmiş, seyrim kalmıştı. Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. Afakîydi. Yorgunum, demek için bile güç gerekirdi. Canı acıyanın sesi kalmazdı. Denizim suyunu çekmişti. Kelimeler, bazı anlamlara gelmiyordu. Sessizliğimde romanlar katlanıyordu, hissedebiliyordum, yığınla birikmiş şeyler vardı. Okuyamıyordum. Gözlerim buğuluydu.


Güldüm. Kafka’ya bir tabure çekip oturmasını rica ettim içimden, paltonuzu alayım isterseniz efendim. Biliyor musunuz, bir sabah uyandım ve bir mezarda kurtçuk olduğumu fark ettim? Bir açlıkla ses tellerinden kemirmeye başladım, korkunçtu efendim. Hava da ne soğuk oldu. Alın isterseniz paltonuzu, yapamayız bizler paltosuz. Yarın sabah mesai var, dikkat edelim kendimize. Gözlerim mi efendim? Oluyor öyle ara sıra, malum, günler yorucu. Bu sabah annemi gördüm, biliyor musunuz? Bana bakıyordu ama bir garipti. İlk kez annemin gözlerini görüyordum. Öfke yoktu, sadece bakıyordum. Sonra bakışlarımı kaçırdım. Bir de ne göreyim! Ses telleri yoktu azizim. Yalnız değildim. Sesim oydu, onun sesi yoktu. Ben mi çaldım dersiniz? Bilemiyorum. Zaten öfkeyi de gözlerinde unuttum. Hadi kalkın, şeker alalım. Meydanın sonunda güzel bir yer biliyorum. Kış da bu sene ne keskin geldi. Sükût, ne hoş.


'’Ses bile çıkmıyor gibiydi bu havada, sanki hava artık sesleri uzun bir süreden beri taşımaktan bıkmış usanmış.’’