"Öyle işte Fehmi Bey. Unutuveriyom yine. Korkma sakın, seni değil. Ocağın altını açık, bazen kapıları açık, bazen de isimleri unutuveriyom Fehmi Bey. Yaşlılık işte. Unutuvermek en büyük eğlencem artık bu yaşlarda. Biraz korkuveriyom ama unutmak gerekiyormuş deyip oturuveriyom balkonumuza. Bir de çay yapıveriyom; papatya çayı. Sen seversin ya. Öyle işte Fehmi Bey."


     

İnce işlemelerle dolu bu çerçevenin içinin dolu olması üzüyor. En son çekildiği fotoğrafı koydum buraya. Fehmi Bey'le parkta çekildiğimiz o fotoğraf. Yürürken kuşlara yem vermek için ayrılmıştım ondan, o da köşedeki banka geçmiş, etrafı izlemeye koyulmuştu. Yemleri verince arkamı döndüm, bir çocuk elinde büyük bir makine ile bizim beye bakıyor. Bizim bey de ona poz veriyor. Fotoğraf çekermiş çocuk. Mesleğim mi dedi, bir şey dedi ama hatırlamıyom valla. Ardından da bu fotoğrafı getirdi bize iki gün sonra. Parkta karşılaştık yine. Çok sevindi Fehmi. Ben de bu çerçeveyi alıp koydum o gidince. Gidince... İnsanların gittiğini ondan öğrendim. Tam tamına 72 yaşımda. Öğrenmenin yaşı yokmuş, bunu da öğrendim.

    

Yalnız kalınan bu evin baş köşesinde duran bu fotoğrafla zaman zaman konuşurum. Özlerim onu. Bunu ona hiç söyleyemedim. Seviyorum dedim ama aynı şey değil. Fotoğrafına bile söyleyemiyorsam daha güçlü bir şey değil midir bu?


    

"Süreyya teyze! Süreyya teyze!" Giriş katında oturduğum bu derme çatma binada tam altı daire var. Karşı dairemde Defne oturur tek başına. Eşi vefat mı etmiş, ayrılmış mı bilen yok. Zaten kim kimin hikayesini tam olarak bilir ki? Ama bilirim ki Defne zor insan, bir şeyler yaşadığı belli. İnsanlara kustuğu nefreti bu yüzden belki. Defne’nin iki üst katında Ahmet Bey otururdu. Geçen hafta pılını pırtısını toplayarak yazlığına gitti. En iyisini de yaptı. İstanbul yaşlılar için zor şehir valla. Bunu benden başka kimse iyi bilemez. Ahmet Bey'in karşısındaki dairede yeni evli bir çift taşındı geçen. Leyla ve Kerem. Okumuş etmiş tahsilli insanlar belli ki. Gerçi getirdikleri eşyalardan çıkardım bu yargıyı. Ama olsun, yaşanılan bu devirde üzerindeki kıyafetlerden tut, kullandığın kol saatine kadar; ne kadar pahalıysa o kadar okumuşsun. Ben söylemiyorum bunu, televizyon denilen şu kutu söylüyor. Benim bir üst katımda genç bir bayan oturur. Farklı bir insan; saçları kısacık, kollarında siyah siyah boyalar olan, 23 yaşında bir kız. Ada. Her geçtiğinde kapımdan o boyaların anlamını sormadan edemem, anlatır bana her birini. Hepsinin bir hikayesi varmış. Yaşlıyım, unutuyorum tabii. Sonra konuyu değiştirir kısmet konularına girerim. Vardır elbet bir kısmeti, güzel kız şimdi. Ama sürekli "yok teyze" deyip geçiştirir. Varsın olmasın bakalım. Ada'nın karşısındaki dairede Nil ailesi oturur. Çiğdem, Cem ve çocukları Mert ile Asya. Evi çekip çeviren, sürekli çalışan baba ile katı kurallarıyla ortalığı inleten bir anne ve büyümekte olan iki çocuk.

    

"Süreyya teyzeee!"

"Geldim Mert geldim!" Mert her dışarı çıkışında binanın kapısına bakan balkonumdan böyle seslenir bana. Daha 15 yaşında olmasına rağmen zehir gibi çocuktur.

"Markete gidiyorum Süreyya teyze, bir şey istiyor musun?"

"Gel hele yavrum, bana iki kilo darı alıvericen mi?"

"Darı ne?"

"Aman evladım mısır işte, bizim oralarda mısıra darı derler bilmen mi?"

"Unutuyorum teyze."

"Aman daha yaşın kaç ki senin unutuvericen bir de?"


Mert geldikten sonra çingene pilavı yapmaya koyuldum hemen. Severdi Fehmi Bey. Olsaydı nasıl yerdi, "Hanım yine döktürmüşsün." derdi. Yaptım pilavı, koydum iki tabağa, balkonda yedim bir tabağını. Diğeri durdu, tabağında soğudu. Biri gelir yer diye bekledim bir süre. Anlamsız bir bekleyiş işte.

    

"Afiyet ola teyze." Tanımadığım genç bir adam binanın girişinde durmuş, balkonda oturan bana bakıyordu, hafif bir gülümsemeyle.

"Sağ ol evladım, kime baktıydın?"

"Ben yeni taşındım buraya teyze. Eşyaları yukarı taşıyorduk, bir selam vereyim dedim." Söyleyene kadar binanın önünde duran nakliye kamyonunu fark etmemiştim ve birkaç adamın harıl harıl eşyaları taşıdığını.

"Sağ ol evladım, sağ ol. Adın ne bakam senin? Kimsin, kimlerdensin? Gel hele anlat."

"Adım Atlas efendim. İzmir'den geldim. Ahmet Bey dairesini uygun bir fiyata verince yerleşeyim dedim hemen."

"İyi yapıverdin valla, boştu daire. Durma öyle uzakta gel bakam, öp elimi." El öptürme adetini severim. Her ne kadar "yaşlandın" çığlıkları ile dolu olsa da samimidir. Güven meselesidir. Herkese de elimi öptürmem yani.

"Öpeyim teyze." Koştu geldi balkonun kenarına hemen.


    

Papatya çayı yaptım Atlas'a ve eşya taşıyanlara. Sevindiler. Bu sevinci herkeste göremezdiniz. Kimisi yalandan sevdiğini söyler gider ve bu çok samimiyetsizdir, kimisi sevmez ve bunu yüzüne söyler ve bu çok dürüstçe bir harekettir. Ama dürüstlük her zaman iyi değildir. Bu durum sadece papatya çayım için değil insanlar için de böyledir.

O günün akşamı Defne’nin kapısını çaldı Atlas. Kapılar karşılıklı olunca ister istemez duydu kulağım konuşmaları.

    

"Merhaba abla, ben Atlas. En üst kata taşındım bu saba...

"Gece gece ne böyle, kapıyı mı kıracaksın? Hem nereden ablan oluyorum ben senin?"

"...Ben sadece hırkam sizin balkona düştü de onu almak..."

"Hadi başka kapıya. Hırkaymış, senin hırkanın ne işi var benim balkonumda? Yumak! Yumaak! Kaçtı kedi görüyor musun? Senin yüzünden kaçtı. Kapıyı öyle yumruklamasaydın Yumak'ımı diğer odaya koyardım."

"Ben çok özür dilerim..."

Defne biraz daha köpürdü, Atlas derdini anlatamadı, Defne’nin kedisi Yumak fırsat bilip evden kaçtı.

Yumak'ı bulamadı Defne. Aradı taradı ama yok. Gerçi ben Yumak olsam bulunmak istemezdim ama neyse. Defne için önemliydi Yumak.

Yumak'ın ortadan kayboluşunun ikinci gününde binanın girişindeki merdivenlere oturmuş halde buldum Defne’yi. Oturdum ben de yanına.

"Kız senin kediden bir haber yok mu?"

"Teyze varsa var yoksa yok, seni ne ilgilendiriyor?"

"Tamam kız köpürüverdin hemen, sordum sadece."

"Binaya şu yeni gelen olmasa, gitmezdi benim Yumak'ım"

"Atlas mı? Kız ne alakası var onunla?"

"Olmaz olur mu teyze? Gecenin bir yarısı kapımı dayandı." -Akşam saat sekizdi ve bir kere zile bastı.- "Sonra hırkasını düşürmüş mü, bırakmış mı ne... Bağırmaya başladı." -Düşürmüştü ve gayet de kısık sesle konuşuyordu.- "Bir de abla dedi bana ya." -Aranızda on yaş var neredeyse, ne diyecekti ki?- "Kapıyı açınca da birden fırladı Yumak. Sen kimsin ki bana öyle davranabiliyorsun hem? Aslında... Hoş adamdı ama çok terbiyesizdi. İyi de giyiniyordu yalnız. Bilmiyorum. Değişik bir adamdı işte."

"Ben Atlas'ı sormayıverdim aslında, ne ilgisi olduğunu soruverdim sadece." Muzip bir şekilde sırıttım.

"Aman teyze ne geveliyorsun yine?"

"Tamam kız bir şey demiyom." Ayağa kalktım, binaya giriyordum ki arkamdan seslendi:

"Çok mu belli ettim teyze?"

"Kız sen onun için ölüveriyon gari." diye bağırdım.

"Teyze ne saçmalıyoruz biz? Aramızda en az on yaş vardır."

"Siz gençlerin yaşa aldırma hevesi de nereden peydah oldu böyle? Aşk aşktır evladım. Bak benle Fehmi amcana. Benden tam tamına on dört yaş küçüktü Fehmi Bey. Ama seviverdik be birbirimizi."

"Gerçekten mi?"

"Gerçekten."


    

İçeri girmiştim ki arkamda Ada’yı gördüm. Kolunu tutuyordu. Anlaşılan boyamıştı yine bir yerlerini.

"Bak hele kız ne oldu koluna?"

"Telaşlanma teyze. Dövme yaptırdım yine. Senin deyiminle boyadım yani."

"Aman iyi gari. Bakam koluna ne çizdiler?" Elini kaldırıp kolunu bana doğru tuttu. Bir çiçek resmi vardı kolunda.

"Papatya dövmesi yaptırdım teyze. Elindekilerin değerinin bilinmesi, bilinmezse kayıp gideceği ve gittiğinde değerinin anlaşılacağını simgeler. Bak, buradaki papatyanın kopan yaprakları o kayıp gidenler."

"Neyini kaybediverdin kız?"

"Bir şeyimi değil, her şeyi kaybediyorum teyze. Özellikle zamanı kaybediyorum. Her geçen dakika..."


    

"Öyle işte Fehmi Bey. Aşık olan insanları seviverdim ben. Karşımızda oturan Defne vardı ya hani. Bilirdin çok sevmezdim. Ama aşk Fehmi Bey bu. Aşık oldu şu yeni taşınan delikanlıya. Kanım kaynayıverdi bir anda. Bir de kedisi bulunuverdi Defne’nin. O delikanlı buluverdi Yumak'ı. Ama Fehmi Bey insanlar gidiveriyor be. Tek sen değilsin hele. Geçen hafta öğrendik. O delikanlı var ya Atlas, trafik kazası dediler ona, gidiverdi o da. Daha yeni gelmişti buralara, hem daha gencecikti yavrucak. Üzülüverdim. Ama en çok Defne'ye üzülüverdim; hiç söyleyemedi Atlas'a. Zaten kaza olana kadar aşık olduğuna kendisi de inanmadı. Atlas gidiverdi ve Defne aşık olduğunu fark etti. Zor be Fehmi Bey.

Daha bitmedi Fehmi Bey. Ada var ya, hani üst katta oturan hanım kız, o bugün bir şey daha öğretiverdi bana. Aslında bir şey değil çok şey öğretiverdi. Papatya çayları var ya hani, onları neden bu kadar çok sevdiğini öğretiverdi. Elindekilerin kıymetini biliverirdin Fehmi. Ben bilmezdim ama sen biliverirdin. Özleyiverdim seni Fehmi Bey. Hem de öyle böyle değil. Sen gideli iki sene oldu. Sana daha yeni söylüyom. Her gün iki papatya çayı yapıveriyom senin için. Bardağın hep buz tutuyor.

Öyle işte Fehmi Bey...

Öyle işte..."


Fehmi Bey ile konuşurken birden bir ses duydum. Elimde sımsıkı tuttuğum çerçeveyi dışarıdan gelen sesle daha sıkı tuttum. Biraz korkmuştum. Defne’nin evinden geliyordu sesler. Kapı deliğinden usulca bakma ihtiyacı hissettim. Küçücük delik tam karşıda duran kapıya bakıyordu. Açtım sessizce kapıyı. Kapalı kapısının önünde üç bira şişesi ve onun getirisi olarak ağır bir koku, şişelerin altında koyu renkli bir hırka ve bir tutam sessizlik...

    

Sessizlik...