Kapıyı çaldığımda, karşıma 20-25 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim biri çıktı. Gözüme hemen bir boy aynası ilişti. Çevresine -evde eskiden oturmuş olanların yapıştırdığını düşündüğüm- birkaç süs yapışkanı yapıştırılmıştı. Bu süs yapışkanları gri ve pullu olmalarına rağmen kirlene kirlene fark edilmemeye alışmış gibilerdi. Ayna da bu kirin birazından nasibini almıştı. Bu aynanın içinde bulunduğu salon çok küçük de değil çok büyük de değildi. Aynanın hemen karşısında bir kapı vardı. Klasik bir apartman dairesini gözünde canlandıran herkes, buranın tuvalete açıldığını bilirdi. Bu kapı bej renginin açık bir tonundaydı ve buzlu camdandı. Kapı kolunun sarının kötü bir tonu olduğundan mıdır, kapının üstündeki kaplamanın yer yer açılıp soyulduğundan mıdır bilmem, orta halli salon, sevimsiz ve eski bir havadaydı. Ve yağmurlu bir otobüs terminali kokusundaydı.


Ayakkabılarımı dışarıda çıkardım. Genç adam onları ne nezaketli ne de kaba, yani oldukça normal bir şekilde aldı. Kapının hemen önündeki siyah renkli, tozlu ayakkabılığa koydu. Sapsarı, küçük bir keratanın göze çarpması işten bile değildi, böyle koyu renkli bir ortamda. Gencin, ayakkabılarını giyerken ve çıkartırken, sürekli çözüp bağlamadığını; bu keratanın yardımıyla, hızla giyip çıkardığını düşünüyordum.


Evet, ben böyleyim. Kendimi bir dedektif edasıyla böyle küçük, anlamsız, saçma denilebilecek çözümlemeler yaparken yakalarım çoğu zaman. Gözlemlemeyi ve bu gözlemlerimden çıkarım yapmayı sevdiğimi herhalde anlamışsınızdır. Nitekim genç beni içeriye davet etti. Önümüzdeki mutfak kapısının sol yanındaki kapıya doğru ilerledi. Bu kapı oturma odasına açılıyor olmalıydı. Oturma odasının kapısı da tuvalet kapısıyla aynı şekilde ve aynı haldeydi. Mutfak kapısı da keza öyle. Bu evin ilk yapıldığından beri bu kapıların kullanıldığını anlamıştım.


Oturma odasına doğru geçerken birkaç saniyeliğine -mutfak kapısı açık duruyordu- mutfağı görebildim. Birkaç bulaşık gereğinden fazla alçak duran tezgâhın üzerinde düzensizce duruyordu. Mutfak büyük sayılırdı. Zemin birbiri ile alakasız iki ayrı halıyla kaplanmıştı. Kapı tarafında eski bir buzdolabı ve onun hemen pencereye yakın ön tarafında eski, üçlü bir koltuk duruyordu. Koltuğun hemen önünde ise eski ahşap bir masa vardı. Yemek masası olmadığı her yerinden anlaşılıyordu fakat yemek yerken kullanıldığını anlamak için masanın size bunu söylemesine gerek yoktu. Tuvalet kapısındaki o sırıtan bej renkli soyulmuş kaplama gibi -ki diğer kapılarda aynen böyleydi- masanın da koyu kahverengi kaplaması yer yer soyulmuş ve iğreti duruyordu. Tanrım, gerçekten bu evdeki her şey soyulmuş olmalıydı. Bunu araştırmak için gence baktım. Gayet sağlıklı bir yüzü ve vücudu vardı. Tam önermemin yanlış olduğuna kanaat getirecekken, gözlerim gencin koyu gri pijamasına takıldı. Sağ paçasındaki yırtığı gördüm. Evet, evet. Bu ev soyuluyordu. Önermemde haklı çıkmamın gururunu, bu soyulmuşluğun içimi gıdıklaması yüzünden yaşayamadım.


Genç adam önde, ben arkada, oturma odasına geçtik. Evin genel büyüklüğü göz önüne alındığında, oturma odası gerçekten büyüktü. Genç, tekli koltuklardan birine geçti, oturdu. Ben de tam karşısındaki diğer bir tekli koltuğa geçtim. Odada o kadar fazla tekli koltuk vardı ki. Sizin için sayabilirim. Tam beş tane. Ah, yan tarafta bir tane daha varmış. Evet, tam altı tane. Bir insan bir odaya neden bu kadar tekli koltuk koymaya ihtiyaç duyar ki diye düşünmeye başladım. Belki parası yoktu ve oradan buradan almıştı. Belki de, balık tutmayı seven bir adamın, balık tutmasını hobi olarak açıklaması gibi bu genç adamın hobisi de tekli koltuktu.


Hepsinin oradan buradan alındığını öne sürmemin nedeni farklı oluşlarıydı. Kesinlikle aynı takımdan olmadıklarını anlayabilirdiniz. Bunu herkes anlayabilirdi. İkisi kahverengi ağırlıklı yeşil çizgili rahat koltuklardı. Ben de bunların birinde oturuyordum. Genç adamın oturduğu koltuk ise beyaza çalan bir kahverengiydi. Hemen solundaki koltuk da bunun aynısıydı. Tekinin kolluğu ezilmiş, içten içe kırılmıştı. Fakat o kadar da eski görünmüyordu bu kırık koltuk. Diğer bir koltuk ise benimkine benzerdi fakat ortasından yeşil şeritler geçmiyordu. En son fark ettiğim koltuk ise tamamiyle kendi başına ve yalnızdı. Cismi ise diğerlerine hiç benzemiyordu. Ahşaptan kollukları bile vardı. Gururlu ve karizmatik duruyordu fakat tekli koltuk alacak olsanız -diğerleri şöyle dursun- bu koltuğu bile almanızı önermezdim. Çünkü bende yorgun bir his uyandırmışlardı, hepsi kasvet ve sigara kokuyordu. Bu tekli koltukları karşı beri tam ortadan ayıran, kapı tarafında duran üçlü bir koltuk daha vardı geniş odanın içinde. Tozlu ve pisti aynı diğer koltuklar gibi. Tamamiyle kendi başına ve bizi umursamadan öylece duruyordu.


Gözleri ortadaki halıyla oyalanan gence baktım. Sonra da halıya. Kırmızı kenarlı, ortası krem renkli güzel bir halıydı. Gözlerimi halıdan balkon kapısına geçirdim. Balkon kapısının hemen yanında içinde olması gereken raflardan yoksun yine kahverengi -kapalı bir ton- bir kitaplık vardı. Ne o amacına hizmet ediyor ne de genç adam ondan bunu istiyor veya istemiş gibi duruyordu. Bakışlarımı odada gezdirmekten sıkıldığımdan ya da diğer randevuma geç kalacağım endişesinden olmalı, genç adama bakmaya başladım. İlk onun konuşması gerekiyordu ve bunu hemen yapmalıydı.


"Sizi buraya çağırıp çağırmamakta oldukça kararsızdım bayan," dedi. Herkes beni çağırmakta kararsızdır. Bunu o da biliyordu ama kararsızlığını yendiğini belli etmek için söylemişti bunu. İlk önce içten içe, kararsızlığını yenemediğini, sadece öyle görünmek istediğini düşündüm. Fakat genç adamın vücudunun duruşu beni haksız çıkarıyordu. Karşımda kararsızlığını

yenmiş biri duruyordu ve biraz zorlanacağımı hissetmeye başlamıştım. Devam etti.


"En iyi anımı riske atmam gerektiğine karar verdim. Bu en kötü anımı unutmamın tek yolu ise en iyi, en güzel anımı riske atmalıyım. Bunu yapmalıyım. Çünkü artık yaşayamıyorum ve bu anı beni daha da eksiye götürüyor."


"O halde tamam," dedim, "Hadi başlayalım!"



Neye başlayacaktık? Ne oluyordu? Ne anısı? Bu genç kim? Ben kimim? Hemen anlatacağım sizlere.


Ben kimim sorusundan başlayacak olursak, ben; parmak güreşçisiyim. Ve özel bir yeteneğim var. Her insandan yalnızca bir tane olmak şartıyla, en iyi veya en kötü anısını alıyorum. Hangisini alacağıma da parmak güreşinin kazananı karar veriyor. Yani kısaca; kaybedersem en kötü anısını, kazanırsam en iyi anısını alıyorum. Fakat aldığım anıyı yok ettiğimi sanmayın. Aldığım bu anılar benliğimin birer parçası haline geliyor. Tamamiyle benim anım oluyor. Benliğimi dayanılabilir kılabilmek içinse -bana hak vereceğinizi umuyorum- elimden gelenin en iyisini yapmak zorundayım.


Bu genç adam kim sorusuna gelecek olursak, o sadece bir insan. Ve bana ihtiyacı olan bir insan. Umuda ihtiyacı olan bir insan. Ben ise onun gözünde küçük bir umudum. Eminim ki parmak güreşini çok iyi yaptığımı biliyor. Bu yüzden benimle güreşmeye karar vermiş. Her insan gibi, o da cesaretli ve kalbi kırık bir insan.


Gel gelelim, güreşmeye başladık. Genç adam gerçekten iyi güreşiyordu. Baş parmağı uzun, kalın ve güçlüydü. Ve nedense her rakibimde olduğu gibi, bu başparmağın ve diğer parmakların tırnaklarına dişler hücum etmiş ve etlerine kadar yenilmişlerdi. Dakikalar geçti. Güreş bitti. Ayakkabımı o tozlu siyah ayakkabılıktan aldım. Kapının dışarısına koydum. Eve girdiğimden beridir, o küçük sarı keratayı kullanmaya can atıyordum. Fakat ayakkabılarım kerata kullanılabilecek cinsten değillerdi. Dağınık mutfak son bir kez daha gözüme çarptı. Kapı kapandı.


İyi güreşmiştim, genç adam da iyi güreşmişti. Şimdiye kadar böyle bir durum hiç olmamıştı. Sonucu merak ediyordum. Nitekim, apartmanın dış kapısından çıkmamla güneşin tüm ışıklarını üzerime saldırtması bir oldu. Göğsüme bir ağrı girdi. İstemsizce, iniltiye benzer bir ses çıkardım. Ayaklarım beni taşımaktan nefret edercesine, kapının önüne çökmeye zorladı beni. Çöktüm. Hemen üst kattan, genç bir adamın iniltisini duydum. Göğsüme bir ağrı daha girdi. Kendimi tutamayarak, tekrardan bir inilti çıkardım. Üst kattan bir inilti daha geldi.