Andre Gide’ın Pastoral Senfoni kitabını onun yaşamında anlamak, kitabın içimizde yarattığı his, kafamızın içinde dönüp duran soruların bağlamını daha fazla açık edecektir. Çünkü yazarlar tarafından yazılan onca paragraf bir noktada kurgu olsa da yaşantısından bağımsız olamaz. Andre Gide için ‘kozmopolit’ değerlendirmesinin yapılması kesinlikle yanlış olmayacaktır. Çünkü babası Protestan - Fransız bir ailenin içerisinde yetişmiş, annesi ise Katolik bir ailede büyüdükten sonra Protestanlığı seçmiştir. Sınıfsal olarak da orta-üst sınıf olan ailesi farklı etnisitelerle sürekli temasta olmuş, Gide’ın karakteri de bu temelde oluşmuştur. Genelde böylesine kozmopolit kişiliklerde yaşam düzeni parçalı olduğundan başarı düşüklüğü de görülebilir fakat Andre Gide gözlem yeteneği sayesinde bu karakter özelliğini olumluya çevirmeyi başarmıştır. Kitaplarında ortaya çıkardığı çok renkli yelpaze de bunun bir göstergesidir.
Andre Gide’ın kendi yaşantısında açığa çıkan gözlemlerini kurguyla buluşturup en güçlü esere dönüştürdüğü kitabının Pastoral Senfoni olduğunu düşünüyorum. Çünkü daha çocuk yaşlarda özellikle Protestan – Katolik çelişkisini somut bir şekilde annesiyle babasının yaşama bakış açısı ve konuşmalarında görür. Pastoral Senfoni kitabında Protestan bir rahip olan Jean ve sonradan Katolik olan oğlu Jacques karakterlerinin oluşumunun alt yapısı tamamen Gide’ın aile yaşantısından gelir. Andre Gide’ın eserlerinde daha çok bireyin özgürlük arayışı sırasında ulaştığı yerleri görür, bunun neden kaynaklandığının peşine düşeriz. Pastoral Senfoni’de de Jacques üzerinden bu yansıtılır fakat diğer kitaplarına göre daha faklı bir pencereden. O pencerenin ismi aşktır ve kuşkusuz her toplumda bu kavrama çerçeve çizen birtakım kurallar vardır. Sorgulanamaz, uyulmak zorunda olan kurallar.
Bizim içinde yaşadığımız soy toplumunda da vardır bu kurallar. Eminim bu satırları okurken o görünmez kurallardan birçoğu zaten kafanızda canlanmıştır. İşte bu kurallara zıt düştüğünüz bir anı ve o an içerisinde yaşadığınız duyguları bir düşünün. Bir yandan içinde yaşadığınız toplum tarafından ayıplanma hali, diğer yandan güçlü duygulardan beslenen bir şeyleri yapma istemi. Şimdi aklınızdan geçen şeyler tekil oldu. Biraz daha çoğul hale getirip bunu inanç ya da din kuralları ve ‘günah’ kavramını düşünün. İş daha da zorlaştı öyle değil mi?
Bu kitap çok iddialı bir şekilde bunu bir Protestan rahibe yaşatarak yansıtmaya çalışmış. Protestanlığınbu konuda çok sıkı kuralları olmasına rağmen Protestan Papaz Jean evinde bakmaya başladığı çok genç olan görme engelli bir kız olan Gertrude’a âşık oluyor ve bu aşk Jean’da çok yoğun iç çelişkileri ortaya çıkıyor. Kıskançlık, bir insana bağlılık, aşk gibi kavramlar ona çok uzakken bir anda kendisini tam da onların ortasında buluyor. Çünkü birincisi Gertrude’u evine alıp onunla ilgilenmek, bakmak durumunda ve bu durum onu kızın babası pozisyonuna getiriyor fakat bir süre sonra sürekli onunla ilgilendiğinden dolayı etkileşim de başlıyor. Gertrude’a bir yandan günah ve sevabı Protestanlık üzerinden anlatırken bir yandan da Gertrude’un görmeyen gözleri oluyor. Bu durum ister istemez kızda da ona karşı ilgi uyandırıyor. Fakat kitabı okurken bunun gerçek bir ilgi mi yoksa manipüle edilmiş bir sevgi mi olduğu üzerine çok düşündüm. Ve kızın içinde bulunduğu koşullardan dolayı ortada bir sevgiden ziyade manipülasyonun olduğuna karar verdim. Çünkü görme engelli bir insanın gözleri olmak kaçınılmaz olarak o insanda ilgi uyandıracaktır…
Hikâye, bir noktada daha da genleşiyor ve Papaz Jean’ın oğlunun da Gertrude’a karşı ilgisi gelişiyor. Başta bu durumu Gide’ın neden yarattığına anlam veremedim fakat sonradan Jacques’ın Katolikliğe geçişiyle kafamda bir şeyler oturdu. Çünkü Katolik olmakla Protestan olmanın ortak amaçları var fakat bir noktada öyle bir çelişiyor ki iki ayrı dinmiş gibi işlenmeye başlıyor. Arasındaki ayrımın daha anlaşılır olabilmesi açısından Alevilik-Sunnilik de düşünülebilir. Andre Gide bir Protestan ve bir Katoliği bir potaya alıyor, onlara ortak amaç veriyor ve bunu aşk üzerinden yapıyor. Gertrude daha değerli bir konuma geliyor. Bu durum Gertrude’u genç bir kadın olarak nesne haline getirse de aynı zamanda amaç da olmuş oluyor. Papaz’ın kurnazlıkla oğlunu Gertrude’dan uzak tutma çabasının anlatıldığı kısımları büyük bir hevesle okudum. Uzaklaştırmayı da başardı fakat gücüne rağmen kitabın sonunda intiharın eşiğine gelen Gertrude’un Papaz’a söylediği ‘ben aslında Jacques’i sevdim” söylemi konunun bağlamını açık etti. Kuşkusuz burada Gide’ın amacı Katolikliğe kazandırmak değildi fakat ortaya çıkan başlı başına bir kaybetme halini düşünürsek bu kazanmanın kapkaranlık bir ortamda gri bir renk gibi durduğunu belirtebiliriz.
Bu kitap yalnızca finaline odaklanalım diye yazılmamış, her satırında kendinden taşan anlam barındırıyor. Papaz’ın kıza aktardığı şeyler kız görmediği için ‘mutlak gerçekler’ olarak Gertrude’un zihnine kazınıyor. Göz ameliyatı olduktan sonra kafasında oluşturduğu görüntülerle gerçek olan arasında ciddi bir afallama yaşıyor. Ve yaşadığı bu afallamanın salt görüntülerde olmadığını, duygularının da manipüle edildiğini anladığında içindeki saflık onu yiyip bitiriyor ve Gertrude’un intihar girişiminde bulunacağı sürecin taşları da böylelikle döşenmiş oluyor. Burada anlaşılması gereken, durumun körlük fikrinin insanın önüne koyduğu engellerdir… Bence Andre Gide Gertrude karakterini yaratırken ona verdiği körlük özelliğiyle Papaz’ın ahlakını örtmüştür. Günah olan ne varsa büyük bir kurnazlıkla yumuşatan Papaz kitabın sonunda ‘irade’ duvarına çarpar. Gertrude’un artık algı kapıları gözleriyle birlikte açılır ve böylelikle iradesi de açığa çıkar. Fakat bilinç körlüğü yaşayan Papaz hüsranıyla baş başa kalır.
Kitabını ismini aldığı kaynak ‘pastoral’ yani doğal olandan beslenme anlamını taşır ve aynı zamanda 19. Yüzyılın hemen başında Beethoven tarafından bestelenen 6. Senfoni, diğer adıyla Pastoral Senfoni’den gelir. Zaten kitapta Papaz’ın Gertrude’e renkleri senfoni üzerinden anlatma çabasında da bunu görürüz. (Bu arada bence imgesel yönden de kitabın en iyi kısımları bu kısımlardı.) Düşünsenize doğuştan görme engelli birine renkleri anlatmak ne kadar zor olsa gerek fakat Andre Gide dahice bunu Papaz’a uygulatmış…
Ben de öyle kitaba dair ön bilgileri aldıktan sonra açtım Beethoven’ın 6. Senfonisini ve bir çırpıda okuyup bitirdim bu 96 sayfalık şaheseri. Farkındayım epey spoiler da vermiş oldum fakat bu kitap her koşulda okumaya değer bir kitap. Okuyun!