Ucuna oturduğum arka koltuktan, ''Hastane durağına gelince haber verir misiniz acaba?'' diye seslendim. Sesim duyulabilecek bir seviyede olsa da bir cevap alamadım şoförden. Nezaket buraların yabancı diliydi herhalde ve görünüşe göre minibüsün içindeki hiçbir yolcu da bilmiyordu bu dili. Yoksa en azından biri yardımcı olurdu. Tedirgin gözlerle sürekli etrafı kolaçan ediyordum zira inmem gereken durağı kaçırmak -hele ki şu anda- en son isteyeceğim şeydi. Bir süre daha böyle devam etti yolculuk... Akşam karanlığında ışıl ışıl parlayan koca hastaneyi görmemle, inmem gerektiğimi anladım. ''İnecek vaaar!'' diye seslendim şoföre. Hoyratça frene asıldı şoför. Sanki sonsuza giden bu minibüsün hiç durmaması gerekiyormuş gibi sinirli gözlerle bana baktı. İnince okkalı bir küfrü hak ediyordu, zaten yüzüne söylemeye ne cesaretim ne de vaktim vardı. Akşamın en karanlık vakitlerinde içinde pavyon ışıkları yanan bu minibüsler, oldum olası karanlıktan daha tekinsiz gelirdi bana. İner inmez sağlam bir küfür savurdum şoföre; karanlığa, hastaneye...