Harç yaparken bir ses Ahmet’in dikkatini dağıttı. Sesin sahibi kadını tanımıyordu veya seslendiği çocukları. Çocukları isim olarak biliyordu, kadını ise anne. Kadın, oğlu Bora ve kızı Selin’e artık eve dönmeleri için seslendiğinde saat dahaca 14.00 idi. Çocuklar, tamam anne deyip eve doğru gittiler. İkisi de birbirinden tatlı çocuklardı, özellikle Bora çok yakışıklı, kıvırcık sarı saçları olan bir çocuktu. Kendi kendine, eminim gözleri renkli bir çocuktur bu Bora diye düşündü. İki aya yakındır evinden uzakta ancak Boraların iki katlı villasına yakın bu şantiyede çalışıyordu. Bunları düşünürken Ahmet, diye seslendi Hasan Usta, hemen harcı daha hızlı karmaya başladı ve makaralı asansörle dördüncü kata, ustaya yolladı.


Anneyle bir kez konuşmuştu burada çalışmaya başladığı günden itibaren. Ustalar ona seslenmiş, yanlarına varınca şu ablan sana bir şey verecekmiş, yanına git demişlerdi. Anne ona tek kullanımlık plastik tabak ve çatallarla üzerinde bütün fındıkların olduğu bir tatlı ikram etmişti, o da teşekkür edip ayrılmıştı yanından. Ondan sonra ne zaman üst katlara çıksa kaçamak bakışlarla villadaki hayatı izliyordu. Özellikle çocuklar havuzda yüzerken ve anneleriyle tahminen anneanneleri olduğunu düşündüğü kadın başlarındayken elinden olmadan o tarafa bakıyordu. Ancak biri görecek diye yüreği yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Her yeri harç ve boya içindeyken kavurucu sıcakta üzerinde sadece sporcu atleti diye satılan atletten vardı ve o da orada yüzmeyi hayal ediyordu. Usta bir daha seslenip harç isteyince saat 15.00 olmuştu bile.


Saat 15.00, çay vakti. Ahmet, dayısının yanına oturdu. Buraya da dayısıyla birlikte gelmişti zaten. Tıpkı dayısı gibi o da 5. sınıfta okulu bırakmış ve işe başlamıştı. Her zaman en köşede oturuyor ve en küçük olduğundan mıdır nedir, konuşulan şeylere ve oradaki tüm insanlara kendini çok yabancı hissediyordu. Sadece köşede oturup nasırlı ellerindeki bardaktan çayını yudumluyordu ve arada sırada birisi bir şey isteyince onu yapıyordu. Küçük olmak, hele böyle yerlerde en küçük olmak, hiç kolay değildi. Daha geldiği gün yatacağı yer bile belliydi, seçim hakkı yoktu. Akşama kadar iş ve akşam çıkabilecek angarya işler de ona ait oluyordu. Cılız olduğu ve işten anlamadığı için yarı paraya çalışıyordu.


Saat 15.30, mola bitti. Günün belki de en sıkıcı zamanı. Paydosa az kaldı ama geçmesi en zor zamanlar. Acaba şimdi ailesi neler yapıyor, mahalledeki çocuklar nasıl oyunlar oynuyor? Usta çağırdı, biraz para verip sigara almaya yolladı. Bakkala gitmeyi pek sevmiyordu, bakkalcı iyice birisine benziyor ama her gittiğinde acımsı bir yüz ifadesiyle kavruk tenine ve her yerindeki boyaları süzüyordu. Sürekli niye okumuyorsun oğlum diye soruyordu. Bu sorunun cevabını belki de hiç düşünmediği için, belki de acımsı bakışları onu rahatsız ettiği için bakkala gitmeyi hiç sevmiyordu. Birkaç saat daha fazla çalışasın ama o gün bakkala hiç gitmesin, buna razı olurdu. Tabii bu itirazı hiç dillendirmedi.


İşe geri döndü, şimdi yapması gereken işler biraz daha birikmişti. O bakkaldan döndüğü için memnundu hemen işe koyuldu. Bir an annesi aklına geldi. Sahi, o giderken neden ağlamıştı ki? Ondan önce abisi de gitmişti, köydeki çoğu çocuk da onun yaşında gitmişti. Belki de annesinin yüreği, abisi gurbette eski tip şofben gazından zehirlenip öldüğünden gurbet fikrine katlanamıyordu. Şimdi belediye ekipleri geldi, görseler bir şey olur mu bilinmez ama ortalıktan kaybolma vakti.


İyi ki biraz fazla durdular ve saat de 17.00 oldu. Paydos vakti. Bugün de bitti. Şimdi daracık konteynere gidecek, akşam yemeği hazırlayacak, yemek yendikten sonra kalan vakitte belki biraz dinlenebilecek. Sonra mı, sonrası yok. Biraz daha kavrulmuş teni ve derinleşmiş nasırlarıyla bugünün aynısı bir yarına uyanacak…