Bir bakkal dükkanı. Sahibi kapının önünde bir şeyleri alıyor eline yerlerini değiştiriyor. Çöpü dolabın yanına, cipsleri karşısına. Sonra bakıyor, beğenmiyor. Tekrar yerlerini değiştiriyor.

—Selamünaleyküm!

—Aleykümselam!

—Yahu bu aşağı sokakta bir pastane vardı. Şimdi nerededir acaba?

—Şu aşağı sokaktaki mi? Adam bir sigara yaktı. Kapandı orası.

—Hadi ya! Niye ki?

—Dükkan sahibi kirayı artırmış. Onlar da taşındılar. Simitleri çok güzel oluyordu vallahi.

—Ben de onun için gelmiştim. Neyse bakalım. Kolay gelsin!

Bir sigara da ben yaktım. O kadar yolu boşuna gelmiş oldum. Halbuki yol üzerinde bir pastane daha vardı. Ama hiç gitmemiştim oraya. Sipariş nasıl verilir, hesap nasıl ödenir orada, bilmiyorum. Buraya önceden birçok kez gelmiştim. Orta yaşlı bir kadın vardı. "Bir sade poğaça, bir de açık çay." derim. Dışarıya oturup beklerim. Kadın ağır ağır getirir siparişleri. Gülümseyerek "Afiyet olsun!" der. Balık etli, kısa boylu, siyah, uzun saçlı, çirkince bir kadın. Ama gülümsemesi içimi ısıtır. Garip bir şekilde mutlu olurdum. Demek kapanmış.


Kararsızlık içinde yürümeye başladım. Nereye gideceğimi kestiremiyordum. Geldiğim yönden gidip oradaki pastaneye oturabilirim pekâlâ. Yahut parka geçebilirim. Olmadı otobüsle Ulus'a gidip bayat bir tost yerim. Hâlâ yürüyorum. Geri dönmek de istemiyorum. Bakkalın önünden tekrar geçmek… Karşı kaldırıma geçtim. Geri dönmek için… Yol üzerindeki pastaneye gideyim iyisi mi…


Pazar gününün bu kararsızlığı sadece beni değil, bütün herkesi etkilemiş sanki. İnsanlar ağır ağır yürüyor. Kimse kimseye çarpmıyor, kimsenin acelesi yok, bir çoğu yeni uyanmış, bir çoğu hâlâ uyuyor...


Birbirine paralel iki cadde burası. Caddeler arasında sokaklar… Bizim kapanan pastane de bu sokaların birindeydi. Caddeler bir yerde kesişiyor. Ben ordan sola döneceğim. Amacım sadece karnımı doyurmak değil. Yoksa yer çok. Ben sakin ve nezih bir yer arıyorum. Bulduğum zaman da müptelası oluyorum.


Otobüs durağı kalabalık. Otobüs gecikmiş belli ki. İnsanlar mahmur gözlerle bir yandan otobüsü bekliyor bir yandan da etrafı seyrediyor boş gözlerle. Nereden çıktığı bilinmez bir kedi herkesin donuk bakışları arasında koşarak geçip gitti. Yaşlı amcanın biri "Yağlı bir lokma bulmuş." deyip güldü. Başka kimse gülmedi. Ben güldüm. Onlar zaten hiç gülmüyorlar.


Bahçesi de pek küçükmüş buranın. Masalar, sandalyeler tıkış tıkış doldurulmuş gibiler. İçeri girdim.

—Merhaba! Sade poğaça var mı?

—Yok, kalmadı! Kaşarlı ve patatesli var.

—İki tane kaşarlı alayım. Bir de açık çay lütfen.

Kır saçlı, sivri çeneli, sert bakışlı, ciddi bir adam. Sesi bezgin. Sakalları ağarmaya başlamış. İlk bakışta sevecen bir adam sanmıştım. Gülümsemedi bile. Köşedeki masalardan birine oturdum. Yola yakın olanına. Kalemimi ve defterimi çıkardım. Bir şeyler yazmak istiyorum. Ama ne yazacağım konusunda kararsızım. Burcumdan dolayı böyleymiş. Saçmalık! Burçlar tam bir saçmalık. Milliyetçilikten bile daha saçma. Hele de şehir milliyetçiliğinden. Ona bile tahammül ederim yeri geldiğinde. Ama ben böyle konularda yazamam. Benim yazdıklarım basit ve güzel şeyler olmalı. Mesela çoraplar hakkında yazabilirim. Pis kokulu çoraplar, yırtık olanlar, eşini bulamayanlar. Veya sigara içen bir kadın hakkında uzun uzun yazabilirim. Beklemek konusunda da yazabilirim. "Nerede kaldı bizim sipariş?" Hah geliyor.

—Afiyet olsun!

—Teşekkür ederim!

Yine gülümsemedi. Bu adam gülmeyi bilmiyor. Belki hiç gülmemiştir. Çay acıymış. Açık istemiştim halbuki. Poğaça idare eder. Bir anne ve çocuğu geçiyor yoldan. Çocuk gülümsüyor.