Yazma eyleminin kendisine dair pek çok güzelleme yapılmıştır. Cicero zamanında “Bu gök kubbe altında söylenmemiş bir söz yoktur” demiş. Bu cümlenin Jean de La Bruyere tarafından söylendiği de yazılır. Kimin söylediğinin çok da önemi yoktur aslında, muhtemelen onlardan önce de pek çok kişi aynı tarz ifadeleri kullanmıştır.. Önemli olan, dünyada var olan her hikayenin ve yaşamın birbirinden farklı olmasıdır. Duygular ortaktır ama kişinin yaşam penceresinden farklı akarlar. Bir dünya gezegeni vardır ama içinde yaşayan her kişinin farklı dünyası vardır. O yüzden iki farklı kalemden süzülen aynı cümle bile birbirinden farklıdır aslında.
Bu hayatta kapladığımız ufacık bir yerimiz ve o yerden yansıyan hikayelerimiz var. Söyleyecek bir şeylerimiz olduğu için yazıyoruz, kendi gözlerimizin önünde akan dünyayı anlatmak için yazıyoruz. Ben şahsen iz bırakma kaygısının da ötesinde kendi hayallerimle harmanlanan dünyama bir form kazandırmak için yazıyorum.
Yazma eyleminin kendisi eğlenceli bir yaratım süreci, yazdıklarınızın nereye uzanacağını çok da düşünmeden, gözümüzle gördüğümüzün ötesindeki bir alanda dolaşmak, satırlardan açılan kapılardan içeriye girmek ve şaşırmak, bu yaşama dair en büyüleyici şeylerden birisi belki de. “Der Himmel über Berlin” (Berlin Üzerindeki Gökyüzü) filminin sonunda yeryüzüne inerek insan olmaya karar veren Damiel’in, filmin sonunda dediği gibi “Ben bugün hiçbir meleğin bilmediğini biliyorum diyebilirim. Ben bugün hayret etmeyi öğrendim.” Bu yüzden yazıyoruz belki de. Yazarak ve yazılanları okuyarak hayret etmek için…