Rumeli Hisarı surlarının dizleri dibinde oturmuş, Anadolu Hisarı tarafına doğru bakındı bir süre. Bir süre de denizin şairane akan dalgalarına daldı gözü. Ne kadar bir dalgınlıktan sonra bilmemekle birlikte, gözlerini üzerinde insanların gezindiği sahil betonlarına doğru çektiğinde zeminin de dalgalandığını fark etti. Dikkat kesildi. Dikkatini verdikçe daha da dalgalanıyordu zemin. Hakikat dünyasına bağlı olduğu paslı zincirlerin birer birer kırıldığını gözlemledi. İnsanlar geçiyordu önünden ardından. Kah Türkçe şakalaşılıyor, kah Arapça kelimeler birbirleriyle cebelleşiyor, kah Rusça cümleler bir hançer gibi fırlatılıyordu alıcının kulak kepçesine doğru. Son ve en zayıf zincirin de kırılmasına müteakip kendinin Marmara’nın suları üzerinde sürüklenen bir tur teknesi olarak yol aldığını sezinledi. Boğaz’ın en dar yerinde, deniz yüzeyine neredeyse sıfır olacak şekilde bir sürü kuş adeta yarış ediyordu. Perihan Hanım, Lady Mırmır, Crystal Palace gibi envai çeşit isimlere sahip tekneler bir o yana bir bu yana seyrediyorlardı. Rüzgarın keyfi yerindeydi. Kadınların eteklerini uçuşturacak kadar kuvvetliydi, saçlarını savuşturacak kadar istekli. Güneş de ne şefkatliydi o gün. Çocuğunun omuzlarına bir hırka konduran anne gibiydi. 

Rumeli Hisarı surlarının hemen bitimindeki bankta oturan yaşlı bir adama dikkati celboldu. Durakladı oracıkta. Nasıl bu denli ilgisini kendine çektiğini anlayamadı bu adamın. Öyle bir bilinmezlik vardı ki üzerinde tüm insanlık merak ediyor olmalıydı bu adamı. Tüm dikkatini derleyip toparlayıp adamın ellerinden kurtarmak, hatta kaçıp uzaklaşmak istedi ancak kaçma hissi evvela ayaklarından başlayıp tüm bedenini sardığı gibi hemen akabinde yine evvela ayaklarından başlayıp tüm bedenini saran soğuk bir merak hissine kapılmıştı bile. Kimdi bu adam? Binlerce yıldır yeryüzünde varlığını sürdürüyormuş fikri bir meşale gibi yandı beyninde. Hep yaptığı gibi bu kim olduğu veya olacağı hususunda zerre miskal bilgisi olmayan adamın şahsından bir kişilik yaratma çabasına girişmek arzusu nedense ve bilinmedik kuvvetlerce engelleniyordu. İçinde bir şeylerin kaybolduğunu sezmeye başladı. Ne olduğunu tanımlayamadığı şeylerin yitip gitmesi söz konusuydu. 

Şimdi nereden çatmıştı bu adama. Hayatı şu Marmara suyu gibi mütemadiyen akıp dururken. Bir bebekti dünyaya gözünü açtı. Çocuk oldu oyunlar oynadı. Büyüdü liseye gitti, başarılı bir öğrenciydi. Üniversiteyi kazandı ailesini gururlandırdı. Kah güldü, kah ağladı. Kimi zaman sıkıldı canı, kimi zaman eğlendi. Uyudu uyandı ve geçti yıllar. Aşık da oldu. Üniversiteyi bitirdi işini gücünü aldı eline. Oldukça uzun geldi ömrü ilk başta ama hemen uzaklaştı bu algıdan. Aslında ne kadar kısaydı şu dünyada geçirdiği saatler, günler, aylar nice anılar biriktirmiş, nicelerini unutmuş olsa da.

Bu adama denk gelişinden itibaren artık eskisi gibi olmayacağı belliydi ne kendinin ne de hayatının. Peki şimdi ne olacaktı?