‘’Dünya üstünde yük hiç kaybolmaz. Sadece çöktüğü omuz yer değiştirir.’’


Rüyanın dışına bu cümle kapısından çıktım. Bu cümle kapısını sertçe çektim üzerime ve yine bu cümle kapısını hınçla vurdum dört köşeli yüzüme. Başımın ucunda duran ve dün geceden hazırladığım; geçmiş geceyi silip kendi içinde yüzdürdüğü besbelli duran, ılıklığından, kâbusumun kaynadığı beynimden de nasibini aldığı anlaşılan suyu kafama diktim. Pencerenin dibindeki duvara dayalı yatağımda ellerimin üzerinde doğrulup, rengi atmış perdeden sokağın soğuğuna baktım. Nefesimi cama üfledim, buğulandı. Cama bugünün tarihini, sadece benim anlayıp gülümseyebileceğim şekilde yazdım. Anladım. Gülümsemek yetmedi, kahkaha bile attım. Kahkahamı ağzımda tutup hiç bırakmamak içindi bildim; ellerimi, çenemi de kaplayacak şekilde dudaklarıma sıkı sıkıya bastırmam. Otuz ikiden geriye doğru saydım. Nefes nefese kaldım. Avuçlarıma baktım, buğulanmış. Nefesim avucumdaydı, bildim: Kendi iznin dahilinde yaşadığın, olsa olsa otuz iki saniyelik ömür için! Kendime hatırlattım.


Yataktan kalktım.


Bugün bir cinayet işleyeceğim.

İnsan, kendini öldürmeyi ancak böyle buz gibi, tavana üflediği nefesini görebildiği havalarda düşünmeli, mümkünse eyleme döktüğü zamanı da tam da böyle tarihlere denk getirmeliydi. Bu plan, ne kendine pişman olabilme payı bıraktığından, ne de sevdiği mevsime denk düşebilecek herhangi bir romantizmin, yine onu kendini öldürmekten alıkoyacağından yapılacak bir plandı. Ben de öyle yaptım. Ne kendimi düşündüm, ne de artık tenimi nasıl yalayıp geçtiğini unuttuğum en güzel mevsimin gecelerini. Benim düşündüğüm, koskocaman apartmana yayılacağına emin olduğum, ölümün lanet kokusuydu.


Bilirsiniz, ölü kokar. Ölü neden kokar? Dünyanın altında kaldığı her günün ezdiği, mosmor ettiği etlerinin altındaki damarların artık kan taşıyamayacağından emin olduğundan kokar. Biliyorum. Biliyorum çünkü, mutlu olup vaktinden önce ölen kimsenin ne ölümünü gördüm, ne de cenazesini taşıdım. Babaannem bütün evlatlarından, yaşadığı hayattan, ve hatta yetmiş iki yıldır hiç zorlanmadan içinde dolanan nefes için akciğerlerinden; kanını alıp alıp yatırdıkları ameliyat masalarından onu sapasağlam kaldıran doktorlardan, doktorlara bu hikmeti verdirten tahsilden ve tahsilin en büyük gücü olarak gördüğü Allah’tan nefret ederdi. Kıbleye dönerdi yüzünü beş vakit, küfrünü edip Allah katına doğru üflerdi. Bir gün uyudu, uyandığında artık nefret ettiği o sağlam ciğeri ve ciğere hayat veren dünyayla bağı kalmamıştı. Tabutu ağırdı. İnsan ölürken bile nefretini vücuduna hibe ediyormuş, anladım.


Bugün bir cinayet işleyeceğim. Yüzümü yıkadım. Dişlerimi fırçaladım. Mis gibi koktum. Annem olsa yanaklarımdan öperdi. Annem yok. Hayatın tramvayına çok erken bindiği kırk beş yıllık ömründe, hiç bilmediği bir durakta indi. Orada kaybolmuş ve korkmuş bir halde yürüdüğünü biliyorum anneciğim. Bilmediğin ne varsa hep seni korkutur. Bu insanî bir güdüden, bilinmezliğin ürkekliğinden; misal elektriği birden gitmiş bir odada, eller iki yanda açık yürümeye benzeyen bir kolaçan etme ihtiyacından mı geliyor bilmiyorum.


Beni ilk kez sana dahil hissettiğinde de, neye benzeyeceğini bilmediğin bir varlık üzerinde hak sahibi olmaktan korkup bulduğun en ağır ilaçları sıra sıra, iştahla yutmuştun. Midene sokulan borudan ben de çıktım sanmış, hemşirenin boynuna sarılmıştın. Benim inatla tutunduğum rahminde; senin, ölümüm için arzuladığın gücün aynından benim, yaşam için büyük bir arzu duyup tutunuyor olduğumu öğrendiğinde, cam içinde sallanan serumu aynı hemşirenin kafasında patlatmıştın. Bu cinayetten de neyse ki hiç yerinde olmayan aklınla, yeşil reçeteli ilaçlarınla sıyrılmıştın. Öldüğün gün elimle tarttım, başına sapladığın balta ağırdı. İnsan ölürken bile, vicdanının ağırlığı en çok nereye basıyorsa orayı yok etmek istiyor, anladım.


Bugün bir cinayet işleyeceğim. Nasıl sıkı sıkıya tutunduğum annemin dallarından attıysam dünyanın dört bucağının üzerine öyle kendimi, şimdi olduğum yerde sekip tekrar aynı dallara yapışmaya hakkım var. En azından ben bu hakkı kendime borç biliyorum.


Bugün, bir, cinayet işleyeceğim. Döneceğim sırtımı kıbleye, anadan doğma bildiğim dilde bir şeyler fısıldayacağım yere. Bunlar benim, dünya üzerimde tepinirken ağzımdan çıkan inlemelerim; kendime kabarttığım kulağın şahitliğindeki son feryadım olacak.


Bugün bir cinayet işliyorum. Bahçeye iniyorum. Pelin otunun başını öpüyorum. Gövdesini okşuyorum. Yapraklarında geziniyorum. Elimdeki bıçakla gövdesini kesiyorum. Lime lime olana, zorla tutunduğum hayat dalından kendimi aynı zorlukla sıyırıp atıncaya kadar, pelin otunu da tutunduğu yerden alıkoymaya devam ediyorum. Pelin otuyla işim bitiyor, ellerimi ağzıma bastırıyorum.


Son otuz iki saniye. Tekrarla.


Dertler silkelenince havaya kalkar ama yok olup gitmez. Uçuşan dertlerden koca bir dert bulutu yoğuşur, tepemize daha büyük dert damlaları şeklinde dört mevsim iner.


Ölümlere üzülmek ölüleri gömmeyi kolaylaştırmaz. Biraz şanslıysan gözünden akan damlan ayak ucuna kadar iner, oradan toprağa siner. Ölünü sular, ölünü büyütürsün böylece.


Dünya süngerden başka her şeye benzer. Bu yüzden sel suları dünyanın içine çekilmez. Yerin yarığı, ilk kendine en yakın olanı, yoksulluğu içine çeker, alır. Yoksulluk yere, ölülerden bile daha yakındır. Yoksulluk her şeye en yakın olandır. Bir şey hariç. Bunu hepimiz biliyoruz.


Hükümler verilir. Adalet yalnızca mülkün temelidir. Cezalar affolur. Hiç affetmem sandıklarını affedersin. Ama af kendini her gün, suçuyla beraber anımsatmaya devam eder.


Koltuklar vardır. Sıra sıra dizilidirler. İpteki inci taneler gibi. Değil. O kadar da romantik değil. Koltuklar çok para getirirler. Bu çok para getiren koltuklara elbet birileri oturur. Koltuklara oturanlar ve bu koltuklar arasında, hiç çözülmeyecek diye ödümüz kopan bir bağ olur. Ki çözemeyiz. Çok da düşünme.


Doğumun ardından ölüm vardır. Arada duran, kocaman bir ömür sanırsın. Sanma. Değil. Doğumun ardından son sürat gelen öyle hızlı bir ölüm vardır ki, ikisini aynı şey sanırsın.


Ki san. Zaten öyle. Yaşam avucumun içinde, tam otuz iki saniye.


İnsanlar tüm yükleri kucaklar, kaldırır. İnsanlar bu yüklerle upuzun bir yol yürürler. Soluklanmak için dururlar. Soluğu alırken vurulurlar. İnsanlar sokak başlarında, ortalarında ve sonlarında vurulabilir. İnsan bir tekmeyle kolayca öldürülebilir.


İnsanların yüreği, içi yaşam dolu bir tomurcuk gibidir. Silah tam ortasında patlar ve çiçeklenmiş kan saksısına yayılır.


İnsan yer değiştirir, yükü de onunla birlikte gelir. İnsan bir koltuktan diğerine, bir hayattan ötekine geçse de sonuç aynıdır. Sahip olunan acı daima kendi yerini bulur. Acı daimdir.


Zaman daimdir. Yaşam? Sadece otuz iki saniye, avuçlarımın içinde.


Bugün bir cinayet işledim.




*Pelin otu: Halk arasında zehirli çiçek olarak bilinir.