Saçlarını iki yana toplamış, omuzlarında geçmişin bıraktığı iz, kalabalık bir meydana bakan balkon gibi öylece duruyordu. Saksıdaki çiçekler ölüme terk edilmiş ve zeminin rengi tozdan alaca bulacaydı. Saçlarını tepeden topladığında kızgın, öfkeli ve mağrur şekilde yoldan geçenleri izlerdi. Sigaraya hep böyle zamanlarda başlardı. Saçlarını iki yana saldığında uzun yolculuklara çıkmak isterdi. Nereye gittiğinin bir öneminin olmadığı uçsuz bucaksız tarlaları seyre daldığı yollarda kaybolmak isterdi. Saçlarını kurşun kalemle topladığı zamanlar, ciddi olmak isterdi. Böyle zamanlarda boş sayfalara uzunca bakar, elindeki kalem ile saçındaki kalem arasında bir bağ kurmak isterdi. Hayatla kuramadığı bağı.
Münevver, mahallemizin ulaşılmaz ve esrarengiz kuaförüydü. Tüm gün dünyayı tek kare olarak izlediğim penceremden ona bakar, hakkında fikirler yürütürdüm. Oysa onun benden haberi dahi yoktu. Benimde bu dünyada var olduğumdan haberi olan tek şey bu pencereydi. Ben mahalleyi bu pencereden tasvir ederken annemde beni sözleriyle tasnif ederdi. Karşılıklı olarak yalandan da olsa birbirimizi tasdiklerdik. Münevverin tüm bu karşılıklı edilen şeylere ihtiyacı yoktu. ‘’Bir elimde ayna bir elimde cımbız umurumda mı dünya?’’ sözüne karşılık bu dünyaya gelmiş gibiydi. O bildiğiniz kuaförlerden değildi. Sadece kadınların saçlarını kesmez, yatağından geçen adamlarında saçlarını keser, onlara birer karakter biçerdi. Onu bir keresinde meslek okullu çırağına bağırırken duymuştum. Şöyle demişti ; ‘’İnsanın saçı onun karakteridir. Biz burada insanlara karakter satıyoruz.’’ dedim ya, Münevver bildiğiniz hiçbir kuaföre benzemezdi.
Güneş doğmadan önce dükkanı açar, verandanın altında oturur, kahvesini yudumlarken akşam yarım bıraktığı sigarasını yakardı. Gün içinde başka sigara içmezdi. O sigarayı sadece anların şahidi olarak yanında taşırdı. Güneş doğarken karşı apartmanın ardından merhaba dediğinde yüzünün sol tarafı aydınlığa vurulurdu. O vakit saçlarını iki yana toplar geçmişin izin kaybetmek isterdi. Öğle arasında tüm çalışanlarını molaya gönderir kendisini dükkana kapatır ve sadece kendi yaptığı yemekleri yerdi. Bir kez olsun dışarıdan yemek yediğini görmemiştim. Sanki hiçbir şeye ilgi duymuyor gibiydi. Dünyanın içinde bir o kadar da dışında yaşıyordu. Belki de kendi küçük dünyasından çıkmaya korkuyordu. Güneşin dünyayı terk ettiği havanın aydınlık ile karanlık arasında durduğu vakitte dükkanı kapatıyor, evinin yolunu tutmadan önce ekşi maya ekmeğini hiç sektirmeden her gün aynı fırından alıyordu. Fırıncı Selman, Münevvere yanıktı. Ekşi maya ekmeğini uzatırken yüzünde atanmış genç bir öğretmenin sevincini taşıyor gibiydi. Münevver bir kere olsun, fırıncı Selman’a gülmedi. Oysa tek bir gülücük ile fırındaki ekmekler tazelenecek, askılar umut dağıtacaktı.
Münevver hikayemin olay örgüsüyle saçlarını ördüğüm kadın. Beni bir kez olsun görebilseydin belki de geçmişin kalabalık meydanına bakan balkonundan gökyüzüne bakacaktın. Kim bilir?
Bilmeni istediğim 1978 yazının ilk salı gününde evimden çıkıp sana gelmek, sana koşmak istediğim o günde karşıdan gelen arabanın altında kalan bacaklarımdan bir daha haber alamadığım. Tüm bu olanları kimse bilemedi. Yıllarca sana koşmanın, sana aşkımı itiraf etmenin hevesiyle yaşadığım bu yıllar kursağımda kalırken hayat beni bir pencerenin kenarına bacakları içine kaçan bir adam olarak senin balkonunda saksı olmanın hayalini kuran kendi pencere kenarıma saksı yapmıştı ve senin tüm bu olanlardan haberin bile yoktu. Yıllarca ne beni bildin ne gördün ne de bu mahalledeki varlığımdan haberdar oldun. Ne acıdır ki tek başına kaldığım bu pencere benim sana olan aşkımın tek şahidi oldu. Ellerim bacaklarımı her yokladığında 1978 yazının ilk salısı sana koşamamış olmanın kederiyle yandı.
Saatler, günler, aylar, yıllar ve mevsimler bu pencerenin önünde geçerken bir tek ben senin yanından geçemedim. Yaşlandım. Yüzümdeki gençlik sakallarım artık daha bir hoyrat daha bir sert ve ben seni beklerken katılaştım, kat katı kesildim. Konuşmaz, yemez, içmez oldum. Bu hikaye de eksik olan bir şey daha var Münevver.
Annem, beni hiç dünyayla buluşturmadı. Hep korktu. Utandı. Sıkıldı. Başkalarının bakışlarıyla yaralanmaktan çekindi. Kendini mukadderat böyleymiş diye avuttu durdu. Oysa benim adım mukadderat değildi. Herkes gibi her şeyi yanlış anlamıştı.
Aradan iki yıl geçti. Bir tek sen geçmedin benden, takvimler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde dışarıda siren sesleri haberlerde hiç tanımadığım bir adam üzerinde askeri katı bir entari ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğunu söylüyordu. Bu sabah ilk kez pencereye çıkamamıştım. Kapı sertçe kırıldı. Evdeki kitaplar toplatıldı. Annemi yaka paça götürdüler, ilk defa ülkemizin kötülük taşlarıyla örüldüğüne tanıklık ediyordum. Genç askerlerden biri önce bana baktı sonra başını tavana doğru dikti kısık bir ses ile ‘’Allah’ım sen affet.’’ dedi. Sonra komutanıyla göz göze geldiler emir demiri kesti iki genç asker tekerlekli sandalyemi kaldırıp beni merdivenlerden aşağıya indirdiler. Sürekli kısık seslerle ‘’Allah’ım sen affet.’’ uğultuları kulaklarımı kemiriyordu. Askeri kamyonetin arkasındaki genç erlerden ufak tefek sıska olanı komutanına seslendi, ‘’ Komutanım bunlar günahsız insanlar görmüyor musunuz durumu? ‘’
Söylemesiyle silahın kabzasını yüzüne yemesi bir oldu. Komutan kötülükten kararan sesiyle ‘’Alın bu eri de içeri!’’ diye emretti. Emir bir kez daha demiri kesmişti. Uzunca süren sessizliğin ve karanlığın ardından kamyonetin yalpalayan egzoz sesini işittik. Başımda bekleyen erlerden biri kulağıma eğilip ‘’Baban kaçakmış, evine geldiğine dair ihbar aldık. Meraklanma size bir şey olmaz.’’ dedi. İyi niyetli bir temenniden başka bir şey değildi. Babamın kim olduğunu, yüzünün neye benzediğini bile bilmezken bana baban kaçakmış demeleri hiçbir anlam ifade etmemişti. Annem babamın ben doğduğumda bizi bırakıp gittiğini ve bir daha haber alamadığını söylemişti.
Kamyonetin sesi kesildiğinde sona geldiğimizi hissetmeye başlamıştım. Genç askerler beni güçlükle kamyonetin arkasından indirdiler, az ileriye bir kamyonet daha yaklaştı. İçerisinden bir düzine kadın indi. Yıllarca o pencereden dışarıyı gözlediğim için gözlerim uzağı seçmekte hayli maharet kazanmıştı. Annem ve Münevver aynı kamyonetten birbirlerine kelepçelenmiş şekilde indirildi. Bacaklarım varmışcasına hareket etmeye çalışıyordum. İçgüdülerim reflekslerim hep bir ağızdan ayağa kalk diye kenetlendiler, genç askerler ayağa kalkamayacağımı düşündükleri için beni serbest bırakmışlardı. Allah’ım bana güç ver diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Son bir nefes ile ayağa kalkar gibi hareket ettim. Yere çakılmıştım. Sürünmeye başladım toz toprak yeryüzünün bütün kiri ağzıma gözyaşlarım toprağa karışırken arkamdan hiç unutamadığım o kalın kirli ses yükseldi. ‘’Dur olduğun yerde kal!’’ Bacakları olmayan birine emir veremezsiniz derken dudağımın sol kenarından akan salyalar genç askerlerin yüreğine oturmuşcasına gözlerimin içine bakıyordu. Kalın kirli ses bir kez daha yükseldi. ‘’Askerler bacaksızı yakalayın!’’
Emir bu sefer demiri kesmemişti. Allah korkusuyla genç askerler emre itaatsizlik etmişti. Annemden önce Münevvere sesleniyor, varlığıma şahit olmasını istiyordum. Onunla göz göze geldiğimizde ilk kez o pencereden ibaret olmadığımı benimde bir kalbim olduğunu ve yaşadığımı hissettim. Bu saniyelik anın arkasından gelen soğuk ve ağır bir demir parçası, sol baldırıma Münevverin o sabahları yaktığı ilk sigaranın hazzını vermişti. Komutanın beylik tabancasından çıkan kurşunla ölmemiştim. Bedenimi, 1978 yazının ilk salısı bana çarpan arabanın altında bırakmıştım. Ve işte asıl ben o gün öldüm. Şimdi burada bu kurşunla yaşadığımı hissederek ölmem ancak sevginin demiri kesmesindendir. Hoşça kal Münevver sen hep benim pencerem olarak kalacaksın ve annem her şey mukadderattır. Sen hep buna inan, belki içindeki acı da mukadderattandır.