Eski yıkık dökük evlerin yanından ne zaman geçsem, içimi sızlatan bir hüzün kaplar ruhumu. Durup, uzun uzun izlerim.
Ve merak ederim; kimler yaşamış, neler yaşamış ve şimdi nerededir içinde yaşayan insanlar diye...
Bugün cesaret edip, geçmişine ve anılarına duyduğum saygıyla, sessizce giriverdim demir kapıdan içeri.
Girişte, kenara atılmış kırık dökük eşyalar dikkatimi çekti. Vakti zamanında özenle kullanılmış, işleri bitince kendi yalnızlıklarına bırakılmış, bir kenarda sessizce atılacağı günü bekliyorlardı.
Pencerenin karşısında, eski ahşap gömme bir dolap, içi örümcek ağlarıyla kaplanmış. Kırık dökük yerlerden giren esintiyle de rüzgarda savrulan yaprak gibi, tutunduğu yerde savrulup duruyordu örümcek ağları...
Muhtemelen yüklük olarak kullanılmış olan dolabın eski hali hayalimde canlanıverdi. Dolabın içinde mis gibi sabun kokulu döşekler, özenle yerleştirilmiş yorganlar, "bir yastıkta kocasınlar" sözünün karşılığı ince uzun kanaviçe işlemeli yastıklar...
İçinde yaşanan acıların, kırgınlıkların, mutsuzlukların ağırlığı, sanki sıvası dökülmüş duvarlarda sessiz bir çığlık gibiydi.
Sevinçlerin, umutların, mutlulukların sureti de geçmişin kokusuna sinmişti sanki.
Kırık dökük bir pencere ve taş bir duvar, yaşanan acı tatlı anıların hatırına, zamanın hoyratlığına karşı tüm gücüyle dayanmaya çalışıyordu.
O kırık dökük pencerenin kenarına oturup dışarıyı izledim. " Gelecek güzel günlerin hayalini kurmuş, ya da bakarken karşı tepenin yamaçlarına, usul usul ne gözyaşları dökülmüştür?" dedim içimden iç geçirerek.
Ben de bakarken o pencereden dışarıya, gelecek iyi kötü günler için "Umudunu diri tut Yeşim!” Bu taş duvar, bu kırık dökük pencere, bu demir kapı nasıl direnmişse, nasıl tutunmuşsa hayata, sen de insanlık da direnmeli ve dayanmalı bu zorba düzene, bu haramilere ve hoyrat zamana...