Yaşadığım şehirde yağmur güzel yağar.
Çok hareketli olmayan ya da "Dur ben şu diğer şehirlerle bir yarışa bir gireyim!" demeyen, kendi halinde, içinde biriktirdiği güzel insanlarla kendi kendine yeten bir şehir işte. Benim içinde doğmadığım ama içinde öleceğimi bildiğim şehir.
Hava aniden kapadı. Hastanede yaptırdığım ufak tefek kontrollerden sonra koşar adım attım kendimi sokağa. Duraksadım. Plansız bir günde aniden gelişen olaylarla uğraşmıştım. Doğal olarak tipik bir başak burcu olan ben sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Önce sokağın başına doğru gittim. "Ulan burada bir şey yoktu ki." diyerek geldiğim yere doğru yöneldim. Gerçi bu tarafta da kayda değer bir şey yoktu. Biraz düşündüm. Midem yarıda kesti düşüncemi. Acıkmışım meğer hem de çok. Bunu mu yiyeyim, şunu mu içeyim? Ya biraz farklı olsun değişik bir şeyler yiyeyim içeyim diye düşünürken yine kendimi plastik kahverengi sandalyeleri olan küçük mü küçük bir tavuk dönercide buldum. Garsona bir diye işaret ettikten iki dakika sonra plastik tabakta dönerim bana bakıyordu. İçinde kenarları koyulaşmış bir marul yaprağı ve yağda kıvrılmış beyaz bir kâğıdı anımsatan tavuk etinden oluşan muhteşem öğünümü yedim. Midem bağırıyor, hakaretler yağdırıyordu. Dönerin son yudumunu ağzıma attığımda hâlâ "Buraya neden geldim ki!" diyordum. Hesabı ödeyip dışarı çıkarken sesli bir şekilde kendime sövüyordum.
Bir sigara yaktım ayaküstü. Dişimin arasına kaçan maydanoz parçasını "füçu" diye dişlerimin arasında vakum etkisi yaratarak çekip kurtulmaya uğraşıyordum. İşte tam o sırada en başta bahsettiğim yağmur ilk damlalarını başıma ve omuzlarıma kondurdu. Ağır adımlarla meşhur caddemize ilerlemeye koyuldum. Fakat hızını arttırınca etrafta koşuşturmaya başlayan şehrin sakinlerine ayak uydurup hızlandım. Başlama atışı yapılmıştı. İri bir insanım, hızlanınca hoş gözükmüyorum.
Şehrimde Mimar Sinan’ın kalfalık eseri bulunur. Bu eser tarihi bir camidir. Girişlerinden bir tanesi şimdiki çarşıya bakar. Bu kapı alçak ama heybetlidir. Kapıdan caminin avlusuna girdim. Birkaç adımdan sonra yayvan kemerli dik kapı üzerinde duran kubbeli odaların altından geçtim. Ortada duran çeşmenin büyüsüne kapılarak yoluma devam ettim. Ama ne zaman bu avluya girsem dinginliğin, intizamın etkisiyle bu duvarların ardının aslında ne kadar karmaşa olduğunu iliklerime kadar hissederim. Burası bir es noktasıdır.
Bu eserin kıyısında çok sevdiğim ve enerjisine hayranlık duyduğum hızlı esnaf Selim abimin çay ocağı bulunur. Aynı hızlı adımlarla buraya doğru yöneldim. Büyük giriş kapsından dışarıya çıktım. Varış noktam artık birkaç adım ilerideydi. Fakat o da ne! Sanki bütün şehir buradaydı. Yağmurdan kaçan herkes buradaydı. Bu da yetmezmiş gibi sanki insanlar evlerinden çıkıp direkt buraya gelmişlerdi. Oturacak yer bulamıyordum. Eş dost herkes buradaydı.
— Hamza abi merhaba nasılsın?
— Nuran teyze selamlar. Doruk’a selam söyle.
Yağmur, birbirini tanımayan insanları, zarafetini gururla gösteren büyük kubbenin altına toplamıştı.
Sesler… Tarihi ve manası olmayan bir yığın ses ihtişamlı kubbenin altında eziliyordu.
Şimdi ne yapmalı diye düşünürken en sağdaki masadan birinin kalktığını gördüm. O kadar masa ve taburenin arasından iri bir kuğu gibi geçerek gözlerimi kilitlediğim masaya ulaştım. Yaşlıca duran, uzun boylu, başındaki kasketi ağarmış amcaya selam vererek oturmak için izin istedim. "Buyur evlat." dedi. Sesi gür ama üslubu kibardı. Belli etmeden gözlerini süzerek oturdum. Beni gören Bahtiyar abi hemen çayımı getirdi. Yanımdaki amcaya dönerek:
— Çay içer misin, dedim.
— Yok oğlum. İçtim ben yeter artık.
— Peki, diyerek önümde akan insanları incelemeye başladım. Sigara paketimden bir dal sigara çektim. Tam yakacakken:
— Kusura bakma evlat bir tane alabilir miyim? Yağmur çokça, gitmeyeyim şimdi sigara almaya, dedi.
— Buyur, diyerek paketi uzattım.
İşte bu andan sonra aramızdaki mesafe kalktı. Bunu o anda iliklerime kadar hissettim. Yanılmamışım. İlk atak ondan geldi.
— Nerelisin sen?
— Buralıyım amca. Sen?
— Ben de buralıyım ama köyünden.
Tebessüm ettim. Muhabbetimiz bitmiştir, diye düşündüm.
— Yani buranın köyündenim. Ama uzun zamandır burada yaşarım. Sen anlamadın beni ondan demek istedim, dedi.
— Yok amca anlamıştım.
Sorular arkası arkasına gelmeye başladı.
— Ne iş yaparsın?
— Şurada çalışırım amca.
— İyi iyi! Çalış oğlum çalış.
Tebessüm ettim.
— Çalış oğlum ama kırk dokuz yaşına kadar çalış.
Bu son sözünü hiçbir bildiğimle bağdaştıramadım.
— Neden amca kırk dokuzuna kadar, diye sordum.
— Ben öyle yaptım.
— Ha tamam o zaman amca doğrudur, dedim. Belli etmeden muhabbeti kapatmaya çalışıyordum. Biraz sessizlik oldu. Bu sessizlik biraz daha sürse başarılı olacaktım. Ama amca istikrarlıydı.
— Ellinin adı var evlat. O sayı, o yaş ne bileyim bir değişik. O yaştan sonra on bilemedin on beş daha eklenir öyle gidersin, dedi.
Ağzımın tadı değişmiş, amcanın aslında ne kadar ince bir konuşma yaptığını fark edip az önce muhabbeti kesip atma düşüncemden utanmıştım. Alaycılığımdan utanmıştım. Devam ediyordu. Kulaklarımı kabarttım.
— Ellisinden sonra el işinde durma. Daha çabuk çökersin. Her şey zoruna gider. Ufacık bir toprağın olsun; domatesin, biberin olsun içinde. İşte o zaman eğilsen de düşsen de zoruna gitmez. Gülersin bile. Ama el işi seni sana düşman eder. Yaşlı kurt elbet köpeğin maskarası olur, dedi.
Aslında bir bakıma haklıydı. Ama bu haklılığı onu genel dünya düzeni içinde suçlu yapardı.
Birden "Kaç yaşındasın sen?" diye sordu.
— Otuz, diye cevap verdim.
— Al işte kalmış yirmi senen, elini çabuk tut!
Keyfim "neler oluyor" diyerek hayıflanmaya başlamıştı.
— Evli misin sen?
Amcanın etki alanından bir türlü çıkamıyordum.
— Hayır amca bekarım. Çoğumuz aslında korkuyoruz evlenmeye. Yani sizin zamanınızda öyle miydi, gibi klişeleşmiş lakırdıları gelecek soruları engellemek için öne sürdüm. Aman bu konulara girmeyelim, diye. Fakat ben devam ederken sakin bir şekilde sözümü kesti.
— Ben hiç evlenmedim. Bana kimse kız vermedi. Kimse de ses etmedi. Fakirdim ya ondan. E bana kaçan da olmadı. Gelse bile bir zaman sonra gider diye korktum. Sonra ben de kimseyi istemedim. Olsun. Bu arada senin de yaşın geçmiş. Evlenemezsin sen de artık.
— Ne alaka, dedim.
— Görürsün, dedi!
— Ne alaka amca, diye yineledim.
— Görecen, dedi. Susuştuk…
Bir iki dakika sessizlik oldu. Ben hâlâ içimden ne alaka, diye geçiriyordum.
— Ben altmış beş yaşımdayım.
Aslında bakacak olursanız çok daha yaşlı duruyordu.
— Erkek kardeşim var onunla kalıyoruz köyde, dedi.
— E amca hani sen uzun zamandır burada yaşıyordun, diye sordum.
— Yok arada geliyorum.
— Peki.
Tekrar bir iki dakikalık bir sessizlik oldu.
Çayımın hafif ılıyan sonunu çektim. Tam yutuyordum ki amca birden yüksek sesle haykırdı.
— Benim birader tam bir panta!
Herkes bize bakmış ağzımdaki o son yudum boğazımda ileri geri yapmaya başlamıştı. Zor yutkundum. Gözlerim sulandı. Hiç beklemediğim bu an beni altüst etti. Kendimi toparlayamadan devam etti. Amcayı dinleyenler beni geçmişti.
— Ne insan ne de hayvan!
— Hoppala amca. Bak şimdi neden böyle dedin bak ama olur mu canım.
Sesi daha gür çıkmaya, önceleri konuşurken biraz eğik duran boynu daha da dikleşmeye başlamıştı.
— Çok içiyor it! Ah biraz durumum olsa bir çatıcık yapacağım kendime. Ama salgın hastalık gibi şerefsiz!
Fısıltılar durup bu kaynamaya başlamış eski toprağa dikkat kesilmişlerdi. Amca devam ediyordu. Hem de öyle böyle değil.
— Bütün arkadaşları geberdi bu geberemedi. Akşamları gelir eve sarhoş. Hâlâ o halde ceketinden çıkarır şarabı başlar içmeye. Sonra sızar. Pıyy bi' de kokar ki sorma! Sabah gözünü açtığı gibi başlar içmeye. Bak! Var ya bak nasıl döveceğim biraderi biliyor musun? Bir uyuması var cinnet geçirirsin!
Yaşlı amca kafayı iyiden iyiye taktığı biraderinin uyurkenki halini taklit etmeye başlamıştı. Hiç dişi olmayan ağzını açabildiği kadar açarak nasıl nefes aldığını gösterdi.
— Geceleri gözüme uyku girmiyor, diyordu.
— Leş gibi de kokuyor nefesi. Domates soğan kavuracağım kendime, iştahımı kaçırıyor.
Amcamın içi fazla doluydu.
— Anamlar ben sekiz yaşındayken küsüştüler. Babam gitti bir yere, anam gitti bir yere.
Sustu.
— Biliyor musun? Bir de bazıları ölmüyormuş. Çok içmekten yatağa düşüyormuş. Yıllarca öyle yaşıyormuş. Bak bir yudum su vermem bu ite. Bak bir yudum diyorum!
Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyor, tuttuğu bütün kini tanımadığı gencin önünde adeta kusan bu yaşlı adama biraz geride durarak sadece dinliyordum.
— O çok küçüktü. Çok yalnız kaldık. Bir de benim bir büyüğüm var. Onu hemen evlendirdiler köyde. Ama pek bakmadı, kollamadı bizi. Çok içerdi o da! Karısı da öldü. Ama birader ölmedi pezevenk!
Daha ağır konuşmaya başlamıştı gitgide. Artık küçük aralar vererek sürdürüyordu konuşmasını.
— Çok ezildik. Benim birader korkak kaldı biraz. Çok ağladı küçükken. Hep peşimden gelirdi. Her yere ama. O ağlayınca çok üzülürdüm ben de ağlardım. Köyün en dışındaki evi verdiler bize. Köye de uzak ama. Geceleri çok korkardık. Bazen gece çökünce camiye koşardık. Kimse görmeden orada uyurduk. Geceleri korkardık ama işte. Benim birader çok korkardı. Hâlâ korkar…
Boğazım düğüm olmuş gözlerim bir noktaya sabit fakat ısınmaya başlayarak konudan konuya geçen ve çok bariz bir şekilde gelgitler yaşayan amcaya bakıyordu. Beni derinden sarsmıştı.
Gözleri buğulu, beş dakika önce ileriye atılan vücudu çökmüş, ince uzun bacaklarını kavuşturmuş bu yaşlı adamı izlemeyi sürdürdüm. Ağzını yavaşça oynatmaya başladı. Korkarak dikkat kesilmiştim. Canım yanacaktı tekrar sanırım.
— Te bu akşam mercimek yapacağım ona. Çok seviyor onu. O da evlenmedi biliyor musun? Bizim zamanımızda fakire kız vermezlerdi. Ağama nasıl oldu da vermişler? Ne bileyim geçmiş gün. Biradere vermediler. Çok alındı. O da istemedi bir daha kimseyi. Evde yatıyordu bu sabah. Hasta. Biliyor musun akşam olunca korkuyor o.
Sessizce sürdürüyordu konuşmasını.
Oturduğum tabureye gömülmüştüm sanki. Bu kadar kısa bir zamanda, bu kadar çabuk değişebilen bu muhabbet dengemi şaşırtmıştı. Neler oluyor naraları atan beynim bana uzaktan seslenen dostumun sesiyle irkildi. Ayağa kalkamıyor bana doğru seyirten arkadaşıma boş gözlerle bakıyordum. Derin bir nefes alarak kalktım.
— Gidiyor musun evlat?
— Amca bak arkadaş bana sesleniyor.
— Sigara için sağ ol. Bende kalkacağım şimdi. İlerde oturacağım biraz daha. Sonra köye gideceğim arabalarla. Hadi Allah’a emanet, dedi.
— Hoşça kal diyebildim. Tam paketimi cebime koyuyordum ki son cümlesini arkam dönük işittim.
— Üşümüştür şimdi üstünü örtemez o. Gideyim de üstünü örteyim.