on dört yaşında perşembeyi cumaya bağlayan gece fırtınaya yakalanmıştı. fırtına içinde kopuyordu, şiddetli olduğundan dolayı yürürken sallanıyordu. gözleri şişmiş, elinde peçete, sırtında çanta ağlaya ağlaya yürüyordu. kimse yoktu yolun karşısında. yanından bir gölge geçer gibi oldu. kafasını kaldırdı, gece güneşin izlerini fısıldıyordu. gece sanki sır veriyormuşcasına saklıyordu kendini. yolun karşısına geçti. peçeteyi en yakın çöpe fırlattı. bir yokuş vardı önünde uzunca. dizlerinde derman olmamasına rağmen o yokuşu tırmanmaya başladı. elini saçlarında gezdirdi, ağır ağır yürüyordu. karşıdan bir adam geçti, merhaba. gülümsedi, merhaba dedi. geçti gitti adamın yanından. gözyaşları durmuş, içi içine sığmıyordu şimdi. yokuşun sonundaki köprüye ulaştı, yere oturdu. çantasını sırtından indirdi ve fermuarı açarak defterini aldı. kalemi de zaten cebindeydi. kalemini cebinde çıkarırken dolaşmış kulaklığı cebinden düştü. umursamadı. başladı deftere yazmaya, ben hiç anlaşılmadım dedi. uzun uzun bir şeyler yazdı. bir ara gülümser gibi oldu. yazıyı bitirdikten sonra kağıdı yırttı ve köprüden aşağı bıraktı. çantasını yere bıraktı ve kalemini sıkı sıkı tutarak köprünün ucuna kadar yürüdü. işte şimdi özgürdü. sonunda kendisine kavuştu.