Çok kötü bir akşam. Çok kötü. Öyle böyle değil. Ellerinde dikenli zincirlerle vurulmuş at cesedi kırbaçlayan death metal gruplarının solistleri kadar kötü. Onların junky kız arkadaşları ve ergenliklerini geçirdikleri odanın yatağının altındaki kaskatı çoraplar kadar kötü. 


Kendinden, yaşamından, yıllarından ve feda etmeye çekindiğin yüz binlerinden feda etmek isterken tam aksine alacaklı konumuna düştüğün/düşürüldüğün memleketler kadar kötü.


Peygamberin alnına ellilik yapıştırıp hiç olunmaması gereken masalarda zil zurna sarhoş Yaradan'a ters giden bedevilerin sonları kadar kötü; ait olunamamış, benimsenememiş memleketler kadar kötü bir gece.


Bu memleket ki ah bu memleket, bir davlumbaz fırının rölanti ısısında ağır ağır kaynayan suda pişen domuz kelleleriyle dolu tencereleriyle; dört bir köşesine çökmüş eli palalı, maki örtülü bıyıkları, karanlık kuyu gibi zihinleri ve içinde binlerce kez boğup boğup dirilttikleri, sonra yeniden boğdukları Yusuflar'ıyla bu memleket; ayaktan başa kazığı tersten yiyip anne karnından damgasını yiyerek çıkmış akıl hastalığı damızlıklarının ören yeridir.


Bu memleket; kulakları geriye çekilmiş, gözleri büsbütün parlamış ve büyümüş, dudakları diş etlerine kadar çekilmiş köpeklerden kaçar gibi kaçınılası bu memleket...


Şimdi bir yokuştan aşağı ayaklarım, götümün gün yüzü görmemiş loplarına vura vura koşuyorum.


Arkadaşlaaaaar! Arkadaşlarrr! Heyyy! Hasan nerede boğuldu?


Onu ellerimizle gömdük kaptan. Onu ellerimizle elimizin gitmeye, götümüzün yemeye var olmadığı uzak diyarlardaki vicdanımızda birer kuple rahatlatıp geri getirdik ve boğduk. 


Biz, toprağa tükürsen bereket fışkıracak bu binlerce metrekareyi parsel parsel Allah'ımız yokmuşçasına, Allah'ımızı yok sayanlara sattık. 


Biz, bize gönderilen uyarıları, terleye terleye mastürbasyon yapan bir ergenin telefonuna gelen bildirimleri kaygan elleriyle geri ittiği gibi geri ittik.


Biz, o uyarıların ete kemiğe bürünmüş hallerinin her birini -ki en az elli tanelerdi, ellisinin içinde elli alem vardı- yaktık, kül ettik.


Toprağa gömmekten bile imtina ettik. Vazgeçmişliğimizin, boş vermişliğimizin meydanlarında sere serpe kavruk tenleri ve barutla karma karışık kızarmış etleriyle sergiledik.


Biz, peygamberin alnına Yaradan'ın şükür şükran masasında ellilik takmış bedevilerin memleketlerine sahip olduk.


Bu memleketler ki toprağından binbir bereket fışkıracak tükürsek ama dillerimiz; yalnız ve yalnız ait olduğumuza zehir zemberek küfürlerle dolu.


Tükürsek; ciğerimiz sökülür, dostun canı çıkar, yerlere kapanırız ancak tövbe etmeyiz.


Ama ellerimiz çivilerle delik deşik, kapansak tutunamayız bu bahşedilmiş topraklara, dokunamayız; yanar avuç içlerimiz.


Biz, peygamberin alnına kravat bağlamış dans ederiz halen halet-i ruhiyemiz gamsız ve sadakatsiz iken.


Biz nasıl biliriz ki doğru ile yanlış nasıl ayırt edilir?


Biz kendimizin dahi bizzat yanlış olduğunun farkına varmamışken...