Pikaçu’nun hayatımıza henüz girmediği yıllardı.


Birkaç aylığına "hayatı öğrensin" diye bir züccaciyeciye çırak verilmiştim. Dükkan sahibi, çalıştığım ayların parasını vermeyince bir hafta boyu geceleyin dükkanının önünde, elimde taşla gezip camını kırmayı planladım.

O vakitte de şimdi de mevzu bahis olunan o meşhur “hayatı” pek öğrenebildiğimi söyleyemem.

Yaşanılanlar beni çocukken hayal nöbetlerine, büyükken hatıra seanslarına gark etti. Züccaciye kelimesi hediyelik cam eşya, incik cıncık, ıvır zıvır, tencere tava gibi şeyleri kapsar. 90’lı yıllarda öyle dükkanlar vardı, sonu -iye ile biten dükkanlar. Tuhafiye, kırtasiye, züccaciye, Kibariye... Gerçi Kibariye hala var ve başka bir kategori ama olsun. Sonraları alış-veriş merkezleri bu tip esnaflığı azalttı.


Bazen şöyle olur, okuduğun kitabın kaldığın yerini bulamaz, kitabın tahmini bir yerinden devam edersin, ayraç mayraç kullanmamışsan önceden yürümüş olduğun bir patikadan yine yürüyormuşçasına patikanın bittiği yeri ararsın. "Neresinde kalmıştım, a, hayır, burası değil, dur, biraz daha okuyayım." derken kitabın nerdeyse hepsini bir daha okuduğun olur. Sonra o kitabı, bitirmek üzereyken bırakmış olduğunu, keşfedersin.

Benzer hislerle geçen dönemlerim oldu, nerede bıraktığımı unutup nereden başlayacağımı bilemediğim dönemler,

seferberlik halinde çarpa çarpa bir yerlere,

bodoslama bocalamalarla.

Birkaç gün sonra yine, yeniden, yeni bir yaşa giriyorum.

Resmi ömrümün yarısını başka bir devlette devirmiş olacağım. Merak ve gururla girdiğim, kimi zaman hüzünle katettiğim bu yolu çoğunlukla sevdim. Bastığım her yer o an benimmişçesine yürüdüm. Öyle olmalı! Hiçbir devletin ya da toplumun hukuku, varoluşun saklı hukukuna tercih edilmemeli. Medeni bir dağlı böyle olmalı.


Geriye dönüp yıllarıma göz gezdirdiğimde

Yağmur, uzun süren, çok uzun süren bir orman yangınını söndürmüş gibiyim. Bir ruh yanıklığı hali. Kendimle taşıyacağım, sağ kalan canlılarımı arıyorum yanık otlar, köz kütükler arasında. Yeni başlangıçlara pek inanmıyorum artık. Bitişler ve eskiyişlere, eklemelere, kaldığım yerden yılıp yılıp devam etmelere inanıyorum.

Enflasyona uğrasa da hakikatli laf: Hayat sade kazanmak değil! Hep kazanan tarafta olmaya calışmanın bir bedeli var: hayatsızlık, yaşamsızlık, sığlık. Sağlığı kadar sığlığına da dikkat etmeli kişi. Ruhsuzluk ölümcüldür ve ruh herkeste yoktur. Bazıları sadece ve sadece amın evladıdır.

Ruhunu ve bedenini kendinle sürüklercesine taşırsın birine emanet etmek için, nice çaba ve güçlükle. Hayatındaki en gerçek insana vermek, yanında kendini yalanlamadığın birini bulmak gayesiyle. Sevemediğin yanını sevecek biri bulmak umuduyla. Hayatın en değerli ve taşıması en zor hediyesidir ruhun, bunu bilirsin. Birini bulsan da bulamasan da bulup bulabileceğin en gerçek kişi kendinsin. ''Seni sana emanet ediyorum.'' demenin başka bir biçimidir ''Seni allaha emanet ediyorum.'' demek.


Bir şeyler yazmak boks maçını andırıyor, kendimle yaptığım bir boks maçını. Yüzleşmeler, kaçak dövüşmeler, aparkatlar, ağzı kanla dolmalar, kendini savunmasız bırakmalar... Yazmak bir kendini temyize çekmek, gardını almak, kendini anlamak isteği. Anlatıcı, kendi hayatıyla başkalarının hikayeleri sayesinde barışıyor. Aslında insanların hepsi anlatıcıdır, kimi iyi, kimi kötü. Sanırım iyi bir anlatıcı acıklı hikayeyi komik yerinden, en komik hikayeyi de acıklı yerinden kavrayabilen kişi. En eğlenceli yaşantıda tasa var, en dramatik ve parçalayıcı hikayede şapşallık.


''Herkes yüreğinin ekmeğini yer.” Hepinize geniş bir yürek diliyorum, ettiğinizi bulun.