Size başımdan geçen o inanılmaz olayı anlatmama izin verin. Hem bu belki de sorduğunuz soruya, nasıl bu kadar başarılı bir sanatçı olduğum sorusuna yanıt olur. Henüz on yaşındaydım, üçüncü sınıfa gidiyordum. Haftada iki üç kez üst komşumuza çıkıyor ve komşumuzun kızıyla flüt çalışıyordum. Fakat onun çabalarına rağmen öğrenemiyordum. Parmaklarım sürekli birbirine değiyor ve her defasında tek deliğe tek parmak kuralını ihlal ediyordum. Bazen iki parmağım bir deliğe gidiyor, bazense nasıl beceriyorsam alt alta üç delik parmaklarım uyuşmuş gibi boş kalıyordu. Cins alet emirlerime itaat etmiyordu. İkinci sınıftan beri Atabarı türküsünü çalmaya uğraşıyordum ama bir arpa boyu yol gidemiyordum. Güttüğüm kaygı sanatsal değildi, flüt çalmayı umursamıyordum. Öğretmenimden azar işitip dayak yemekten korkuyordum sadece. Yine müzik dersimizin olduğu bir gün bildiğim bütün duaları mırıldanmaya başladım dersten önce. Bacaklarımın titremesine engel olamıyordum. Canımın yanmasını geçmiştim artık birileri onun, öğretmenimin de canını yaksın istiyordum. Ders başladı ve nihayet öğretmenim bana çevirdi bakışlarını. Ben onun favori yemeğiydim. Elimdeki flüte baktı, çalmamı istediğini kafasını eğmesinden anladım. Bu kez çalamayacağımı söyleyip ağlamayacağım dedim kendime. Bugün savaşacaktım. Bunun için rastgele çalmaya başladım flütü.

Öğretmenimin öfkeden suratı kıpkırmızı olmuştu. Verdiği her nefeste ağzının içine giren bıyıkları havalanıyordu. Yüksek sanat zevkini zedelemiştim. Yanıma geldi ve o koca, kara elleriyle kafama vurdu. Savunmasızdım, otuz kilo bile değildim. Kafamı önümdeki sıraya vurdum önce. Sonra burnum kanamaya başladı. İlkin daha fazla azar ve dayaktan korkup umursamamak istedim, sonra incinen gururuma bir süredir ödemediğim borcun bugün tavan yaptığını düşündüm. Okul müdürümüzün yanına gittim. “Sen sınıfına git,” dedi, “ders başlayacak.”

Düşünceli gibiydi. İntikamımı o mu alacaktı? Cevabı öğle arası öğretmenimle gülüşmelerinden anladım. Sınıfa gidip omuzlarımın taşıyamadığı hayal kırıklığıyla sırama oturdum. Uyuşmuştum. Hiçbir şey hissetmiyordum. Teneffüs bitince öğretmenim sınıfa girdi. Bana bakmadı bile. Burnumun kanaması öğleden öncesinin konusuydu. Şimdi resim dersiydi. Bize çizmemiz gereken güneşlerden, dağlardan, tepelerden bahsetti. “Allah’ım,” dedim içimden, “lütfen, bir şeyler yap. Ne olur, canım öyle yanıyor ki resim yapmak bile istemiyorum.”

Öğretmenim yanıma gelip sırtıma dokundu, hemen bir şeyler çizmeye koyuldum. “Unutma senin iyiliğin için,” dedi sonra, “çalışan kazanır. Eğer başarısız olduysan yeterince istememiş ya da yeterince cezalandırılmamışsın demektir.”

Cümlesinin yankısı dinmeden kuvvetli bir rüzgâr sınıfın pencerelerini titretti. Biri, tahtaya en yakın olanı açıldı hatta. Sanki perde görülmez bir elle kaydı ve içeri tarif edemeyeceğim güzellikte bir şey girdi. Yüzünü seçemiyordum, hatta bedenini de, tüm varlığıyla oradaymış ama aslında yokmuş gibiydi. Sınıf aydınlandı. Öğretmenimin gözleri büyüdü, ağzı kocaman açıldı. Bense nedense korkmuyordum. O şey sırtından kocaman bir piyano çıkardı ve tahtanın önüne bıraktı. Öğretmenime “Çal!” dedi, sesi kafamın içindeydi sanki. Öğretmenim “Ben çalma bilmem,” dedi. O şey gidip öğretmenimi sıktı. Öğretmenim inlemeye başladı. O şey gene “Çal!” dedi, öğretmenim gene “Ben çalma bilmem,” deyince sanki kendiliğinden kafası piyanonun tuşlarına gitti. Bize döndüğünde alnının yarılıp kanadığını gördüm. O şey öğretmenimin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı, öğretmenim neredeyse ağlayacaktı, piyanoyu bana hediye ettiğini söyledi. Kendisi de sonradan öğreneceğim üzere müdüre gidip istifa dilekçesini verdi. O şey gitti, onu bir daha göremedim. Ama bazen geceleri ben uyurken veya büyük bir konserde piyano çalarken beni gülümseyerek izliyormuş gibi geliyor.