Bu film resmen, eleştirmenleri, seyircileri, tanıdığım insanları ve beni bizzat kendi içimde ikiye böldü.


Filmi izleyeli sanırım üç hafta oldu. “Vay be, ne filmdi ama!” diyerek çıktığım Lantimos eseri Poor Things ile alakalı olumlu düşüncelerim maalesef günden güne kayboluyor. Ve bu kaybolma öyle noktaya geldi ki, “bu filmin puanını vermeliyim artık” diyerek ne zaman Letterbox’a girsem, yukarı puanlasam bıyık aşağı puanlasam sakal gibi kötü bir kelime oyunuyla anlatabileceğim sıkıcı bir kararsızlığa düşüyorum. Çünkü düşük vereceğim puanlar; Emma Stone’un oyunculuğuna, filmin prodüksiyon ve kostüm tasarımına, kamera kullanımına, çok sevdiğim Mark Ruffalo’ya, usta Dafoe’ye haksızlık olacak. Yüksek vereceğim puanlar da; nerede duracağına, neyi savunduğuna, neyi anlatmak istediğine (iyimser bir düşünceyle) tam karar verememiş yahut karar vermiş ama bunu hiç başaramamış olan komşu Lantimos için fazla olacak. Filmde feminist söylemler baskındı desek, hayır değildi. Film, istismarı sergileyip yanlış ve ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyordu desek, hayır, bu konuda en ufak gayreti yoktu.


Biraz açacak olursak; filmi savunanların ve yapımcıların dilinden düşürmediği feminizm meselesinden bir hayli uzak, aksine kadın tabiatına hakaret gibiydi. Peki neden böyle diyorum, nasıl bir Bella karakteri izledim?

Kendisini istismar eden baba figürünü affeden bir kadını izledim. (Hatırlayınız: Dr. Godwin yani Bella’nın babası, “Erekte olsam onunla yatardım,” diyor) Kendisinin hapsedilmesine ve istismarına bilim adına göz yuman koca figürünü affeden bir kadını izledim. İskenderiye sahnesinde, insanlık için çalışmaya yeminler eden, “bebekler açlıktan ölürken, ben kim oluyorum da kuş tüyü yorganlarda yatıyorum” diye vicdan muhasebesi yapıp, işte aydınlanma yaşıyor diye beni umutlandıran ve ardından bu kırılma noktasından sonra bu hususta hiçbir gelişme göstermeyen bir kadını izledim. Hatta yoksullar için çalışıp çabalayacak olması şöyle dursun, büyüyüp, öğrenip, olgunlaşıp baba ocağına geri döndüğünde, olmak istediği doktorluk mesleğinin ilk operasyonunda eski kocasının beynini söküp yerine keçi beyni koyması, intikam alan güçlü kadın saçmalığı klişesinden başka neydi Allah aşkına? Şunu mu demek istedin komşu Lantimos; kadınlar akıl almaz bir biçimde hiçbir şeyden ders almazlar, konfor alanları ve taptıkları lüksleri yitirmek yerine inandıkları her şeyden ödün verirler ve kesinlikle kendilerine kötülük eden erkekleri her zaman affederler. Şimdi biraz düşündüm de, neyse. Allah belanı verir mi Lantimos nerede o zaman bu filmin feminist söylemleri?


Şimdi gelelim kendi içimde bölünmüş olan diğer yanıma:

Daha derin bir okuma yapacak olursak, baba karakterini Bella’nın da dediği gibi “Tanrı” olarak alırsak eğer. Ve Bella bir kadın değil de direkt olarak cinsiyetsiz bir biçimde insanı anlatıyorsa… Yürümeyi çok geç öğrenen (buraya dikkat edin, Bella’nın normal bir yetişkin gibi yürümeye başlaması hususi bir biçimde geç oluyor), hatalarından asla ders almayan, geçmişi sinir bozucu bir biçimde unutan ve geleceğe yine ilkel dürtüler neticesinde kapı açan, Tanrı’ya inanan, tüm iyiliklerin ve kötülüklerin Tanrı’dan geldiğini bilen, ve başına gelen onca kötülüğe rağmen Tanrı’sını affeden, O’na sarılan insanı anlatıyorsa…

Evet, Bella Tanrı’yı affetti. Ölmeden önce O’na sarıldı. Ve ölen babası “Tanrı” evden sonsuza dek gitmiş oldu. Evi Bella’nın beyni kabul edersek, beynindeki Tanrı’ya veda etmiş olan Bella, aldığı intikamın hazzı ve bu yolculuğun ona kattığı dingin olgunlukla tebessüm ederken seyirciyle vedalaştı. Kamera, Tanrı gittikten sonra her şeyin ne kadar düzenli ve huzur içinde kalacağını göstermek için uzaklaştı ve uzaklaştı. Son.


Peki o evi, Dr. Godwin her detayıyla özenle inşa etmemiş miydi? Bahçedeki hayvanlar sıradan hayvanlar olabilirdi. Hepsini Dr. Godwin’in kesip biçip yeniden yarattığı hayvanlar olduğunu Lantimos’un gözümüze sokması tesadüf olamaz. Evin ilgi çekici her detayına Godwin’in karar vermiş olması; kapı tokmaklarından tutun, kirişlere, perdelerdeki ve tavanlardaki detaylara… Var oluşu sırasında hiçbir payı olmadığı gezegene insanın kendini efendi görmesi ve düzeni sağladığını düşünerek dünya bahçesinde oturup aptal bir tebessümle çay içmesi… Tıpkı Bella gibi. Lantimos’un sihri sanırım burada gerçekleşiyor: O huzurlu ve tatmin edici final sahnesine verdiği, “Tamam Dr. Godwin (Tanrı) artık yok ama sanki Bella’nın da işleri yönetme tarzı ondan farklı olmayacak,” hissi…

Dedim ya tam anlamıyla ikiye bölündüm. Eğer Lantimos pek derinlere inmeyip, ilk eleştirdiğim yerden bir film yaptıysa vay halimize. Vay o kadar boş yere abartılmasına. Ama mevzular katmanlı bir anlatımla, Tanrı – insan metaforu üzerinden ilerliyorsa, “μπράβο Lantimos!”

Teknik açıdan ise filmi oldukça başarılı buldum. Balık gözü lensler, pinhole kamera kullanımı gerçekten farklı bir seyir deneyimi sundu. Steampunk atmosferi ise zaten tek başına saatlerce izleyebilirim.


Her ne olursa olsun, şunu söylemeden geçmemin imkanı yok; çocuk beyni taşıyan bir kadının istismar edilmesi ve boyuna furious jumping yapması beni fazlasıyla rahatsız etti.


Şimdi gidip Letterbox puanımı verebilirim sanırım. Yok, yine yapamayacağım.