O günden beri gözüne uyku girmez olmuştu. Tek istediği bir saat uyumaktı ama göz kapakları isyan ediyordu sanki. Kapanmamaya yemin etmiş iki küçük et parçaları... O geceden birinde bunalarak yataktan kalktı ve mutfağa gitti. Aç değildi, susamamıştı da. Masanın üstündeki portakal ile bir süre bakıştıktan sonra portakalı eline aldı. İnceledi, dokusunu zihnine kazıdı. Çok güzel bir turuncuya sahipti. Onu kesip yemeye kıyamadı. Zaten aklı hala o gecedeydi. Hiçbir şey yemeğe hali yoktu. Koku hala burnuna geliyor midesi bulanıyordu. Bir cesetle bir hafta aynı odada yaşamak zorunda olmak kolay değil sonuçta. Belki de bu portakal ona iyi gelecekti ama cesaret edemedi. Kesmek istemedi. Zaten evdeki tüm bıçakları atmıştı. Nasıl devam edecekti hayata tekrar bilmiyordu. Korkuyordu. Ya kendine bir şey yaparsa diye çok korkuyordu. Bir süre sonra açlığa dayanamadı ve portakalı alıp soymaya başladı. O esnada bir dilim portakal patladı ve suyu aktı. Tekrar anıları gözünün önüne geldi. Kan gibiydi. Hayır değildi. Sakin olmalıydı. Unutmalıydı olanları.

Ve sonra hiçbir şey değişmedi. Ben portakallardan nefret ettim. Çocukluğumdan kalan ekşi, çürük tadı ne düşsem beni bırakmadı. Çok uğraştım portakallardan kurtulmak için. Mandalina, muz ve elma yedim ama hiç faydası olmadı. Portakalın o hüzünlü tarafı gülümsedi alayla bana. Ben portakallardan nefret etmek istemedim. Ben sevmek istedim onları. Soymak, dilimlemek, yemek istedim. O ise bana kaybettiklerimi yüzüme vurur gibi suyunu fışkırttı. Şimdi ise portakal ağaçları ile dolu bir bahçede elimde boş sepetle yürüyorum. Tek tek özür diliyorum her portakaldan. Sevmeyişimin, sevmeyi bilmeyişimin tek suçlusu bendim. Çok yorgunum ama portakal ağaçlarının altında dinlenmeye yüzüm yok.



İ.Miraç Yıldırım - Ayşenur Karalar