Adam sigarasını kül tablasına sertçe bastırıp ciğerlerinde kalan son dumanı da odaya bıraktı. Sesi tamamen kısılmış, televizyonun önünde diz çökmüş oturan kız çocuğu hafifçe öksürdü. Duvar kenarına sinmiş kadın, önce kızına hareketlenecek gibi oldu, sonra kocası bir şey söyler korkusuyla sindi.
Kız kardeşinden bir yaş büyük olan erkek kardeş dumandan kısılmış gözleriyle televizyondaki hayata baktı. Sürekli gülen mutlu insanların hayatına. Yalnızca televizyonda olan hayata. O hayattaki binalar bu küçük evden kat ve kat büyüktü. O hayattaki insanlar yaşadıkları bu yerdeki insanlardan daha çok yiyor, daha çok geziyor, daha çok gülüyor ve sanki daha çok yaşıyorlardı.
O hayatlardaki mutluluğu düşündü çocuk. İnsanların mutluluk ile yaşadığını. Kendi hayatını düşününce korku ile geçen bir hayat geliyordu gözünün önüne. Evde babasından, kısa süreliğine gittiği okulda öğretmeninden ve şimdi çalıştığı tarlada tarla sahibinden hep korkmuştu. Bu yaşına kadar korkuyla gelmiş, hep korku ile yaşamıştı.
Korku ile yaşadığı bu kısa hayatla televizyonda gördüğünü kıyaslarken aklında bir soru oluştu ansızın. Başka bir hayat mümkün mü? Kendi sorusuna kendi basit cevabını verdi: Hayır. Baskı ile başlayıp korku ile devam eden bir hayattan fazla beklentin olamazdı. Yaşadığın hayatta başka bir hayata geçemezdin. En azından o şimdilik böyle biliyordu.
Kadın sindiği köşesinde kafasını duvara dayamış, televizyon izleyen çocuklarına bakıyordu. Sonra aklına gelen ani bir düşünce ve korkuyla dönüp kocasının önündeki çay bardağına baktı. Adam kadının bakışıyla hatırladı önünde çay olduğunu. Uzanıp tuttu bardağı. Soğumuş çay bardağını bıraktı yere. Çayı doldurmak için uzanan kadının elini iterek; “Bırak!” diyerek ayağa kalktı.
Evdeki sessizlikten kafasını dinleyememiş şimdi kafasını başka gürültülerle bastırabileceği bir yere gitmeye karar vermişti. Hem bu gece şanslıysa içeceği birkaç bardak çayı bedavaya getirebilirdi. Ceketini giyip soğuğun yüzünü yaktığı geceye adımını attı. Sonra karanlık sokaklar içinde yolunu bulmaya çalıştı.
Kadın bir an baktı dışarı çıkan kocasının ardından, sonra içinden nefretle; “Geri dönmez inşallah.” dedi. Bu anı kocasının gerçekten geri dönmemesi düşüncesinin korkusu kovaladı. Kocasının gerçekten geri dönmeyeceği bir zamanda ne yapacağını düşündü bir an. Zar zor yetirebildikleri kiralarını iyice ödeyemez hale gelirler. Hatta belki tarladan gelen biraz parayı bile alamazlardı. Sonuçta burada yapacak başka ne iş vardı ki? Tek başına bir kadın evlere temizliğe gidemez. Sonra insanlar ne derdi? Tek başına iki çocuklu kadın. Olmaz. Böyle öğretilmemişti ona.
Çocuklarını düşününce hemen gözlerindeki endişenin yerini şefkat aldı. Hala babalarının çıktığı kapıya bakan iki çocuk televizyonun sesini açıp açmama konusunda kararsız kalmıştı. İki çocuğuna arkalarından sarılıp başlarının üstünden öpen anne uzanıp televizyonun sesini açtı. Çocukların yüzü küçük eve dolan müzik sesiyle ışıldadı.
Kadın odanın köşesine gidip bir poşet çıkardı. Evin bir duvarına oturtulmuş tezgâhın üzerinden bir bıçak alıp çocukların arkasına geçti. “Ne izliyorsunuz bakayım?”. Başta kısık sesle konuşmaya alışmış kızın söylediği anlaşılmadı, sonra annesinin varlığından aldığı güvenle daha yüksek sesle programın adını söyledi. Dönüp annesinin elindekine baktığında gözleri tekrar ışıldadı; “Anne portakalı nereden buldun?” kardeşinin sesine dönen abisi de kadının elindeki meyveye baktı. “Bugün yan tarladan alıverdim.” dedi kadın. Erkek çocuk kafası karışmış “Günah değil mi?” diye sordu. “Göz hakkı diye bir şey var.” dedi kadın elindeki meyveyi hızlı hızlı soyarak “Hem ikinize de birer tane sadece. Bir şeycik olmaz.”
Soyduğu meyvelerden birini ikiye bölüp çocuklara pay etti. Bir gözü arada bir kapıya kayıyordu. Kocasından gizli çocuklarına yedirdiği meyvenin hesabını vermek istemiyordu. Hem çocukların hızlı yemesini istiyor hem de zar zor buldukları bu meyvenin tadını çıkarmalarını istiyordu.
Çocuklar meyvelerini bitirdiğinde biraz rahatladı. Meyve kabuklarını neredeyse sönmüş sobanın içindeki közlerin içine atmayı düşündü, sonra güzel kokunun kendini ele vereceğini anlayıp karanlık sokağa fırladı, içinde bir endişe poşeti çöpe atıp evin içine geri koştu. Kendinin ve çocuklarının elini de ıslattığı bir bezle silince iyice rahatladı. İki çocuğun arkasına bağdaş kurup ilk defa doğru düzgün televizyondaki programa baktı.
Kadının biri havuzun kenarında neredeyse çıplak uzanmış, öylece yatıyordu. Kadın güzel miydi, çirkin miydi, şişman mıydı, zayıf mıydı? Hiçbir ayrıntıyı görmemişti. Fark etmeden biraz önce çocuğunun aklından geçen soru onun da aklından geçmişti: Başka bir hayat mümkün müydü?
Ne kadar zorlasa da başka bir hayat düşünemedi bu evin içinde. Buradaki hayatı eşi, çocukları ve her gün gittiği tarladan ibaretti. Başka hayatlar yalnızca televizyonlarda vardı. O hayatlar o insanlar içindi, buradakiler için değil.
İç çekip kollarını çocuklarının etrafına doladı. Küçük kız annesinin elindeki portakal kokusunu içine çekti. Ağzındaki tadı unutmamaya çalışıyordu. Bir de ekranda gördüğü hayatı. Bir nedenden ötürü ikisi aklında aynı yerde yer tutuyordu. Belki bu televizyondaki kadının elinde tuttuğu bardakla ilgiliydi. Tam anlayamıyordu. Uykuyla uyanıklık arasındaki düşünceleri bulanıklaşırken gittikçe soğuyan odada annesinin elini burnuna iyice yaklaştırıp portakalın solan kokusunu tekrar içine çekti.